Cuma, Aralık 23, 2011

Evrenden Torpilim Var! / Aykut Öğüt

Bir itiraf ile başlayayım bu yazıya. Hayatımda okuduğum ilk "kişisel gelişim" kitabıydı Evrenden Torpilim Var! Dharma yayınlarından ilk baskısını Şubat 2009'da yapan kitabın benim okuduğum Ağustos 2011 tarihli 110. baskısıydı. Her baskının kaç adet yapıldığına ilişkin bir bilgi bulunmayan kitap, 263 sayfa. Arka kapağındaki tanıtıcı yazı ilgi uyandırıyor:


Siz hiç 150 kilo oldunuz mu? Sizin hiç yabancı bir ülkede bavulunuzu kaybettiğiniz, sabahları mısır gevreğine bira döküp hayatta kalırken günlerce tek kelime bile konuşmadığınız, dayak yedikten sonra girdiğiniz komadan bir gözünüzü kaybetmiş olarak çıkıp tekrar parklara döndüğünüz, annenizi kaybettiğiniz oldu mu?


Benim oldu.


Peki ya sonra o yabancı ülkenin dilinde şakır şakır konuşup hatta seslendirme yönetmenliği bile yaptığınız, o ülkedeki filmlerde başrol oynadığınız, yeni ve mutlu bir hayat kurduğunuz, elinizi attığınız her işi altın yumurtlayan tavuğa çevirdiğiniz, her saniyenizi gülümseyerek geçirdiğiniz, hayatta istediğiniz her şeyi elde etmeye başladığınız oldu mu?


Benim oldu.


Nasıl mı? 


Gelin anlatayım..." (Evrenden Torpilim Var!, arka kapak)


Aykut Öğüt'ün, kitabının arka kapağında önemli dönemeçlerini anlattığı, ilginç bir hayat hikayesi var. Oyuncu olarak kariyer yapmak için gittiği ABD'de yaşadıklarının sonucu olarak bu kitapta anlattığı "kişisel gelişim teknikleri"ni geliştirmiş. İfadeyi özellikle tırnak içerisinde yazdım, çünkü kendisi böyle demiyor kitabında:

"Umarım bu kitabı bir ÖĞRETİ kitabı olarak değil, bir HATIRLATMA NOTU olarak değerlendirir ve bitirdikten sonra da kitaplığınıza süs olsun diye koyup yıllarca bir daha okuma ihtiyacı duymazsınız." (s.19)

Çok akıcı bir dil ve üslupla yazmış Aykut Öğüt. Neredeyse tek oturuşta bitirilebilecek denli akıcı bir dili var. Kitabın temel savunduğu görüş hayatta başınıza gelenlerin sizin Evren'e gönderdiğiniz mesajların sonucu olduğu. Evren, sizin taleplerinizi yerine getiren bir yapının dışında bir şey değil. Yani eğer mutsuz, parasız ve başarısız bir hayat yaşıyorsanız bunun sorumlusu kendinizden başkası değil. Farkında olmadan yaptığınız seçimler ve talepleriniz size yaşadıklarınızı getiriyor. Nasıl mı? Yanıtını kitapta arayabilirsiniz...


Aykut Öğüt'ün eşi ile birlikte kurduğu bir web sayfası olduğunu hatırlatıp kitap ile ilgili yazıyı burada sonlandırayım. 


Pazartesi, Kasım 21, 2011

Radyo + İnternet = RadioDNS





İnternet, bir çok sektörü etkiliyor, dönüştürüyor. İçinde bulunduğum yayın sektörü de internet dünyasındaki gelişmelerden fazlasıyla etkilenen sektörlerden birisi. Yayın sektörü deyince akla "yazılı ve görsel basın" geliyor. Ben işin görsel ve işitsel tarafında çalışıyorum. Hal böyle olunca yazdıklarım basılı yayıncılıktan çok görsel (televizyon) ve işitsel (radyo) yayıncılık ile ilgili oluyor. İnternetin televizyon dünyasına etkilerini bir çok yazımda ele almıştım, böyle giderse bu konu üzerine daha çok yazarım. Ancak radyo konusunda pek yazmadım. Arşive bakınca bir yazımı gördüm. Bu yazıda kısaca değindiğim RadioDNS, daha ayrıntılı bir tanıtımı hak ediyor.

Radyo, ilgili frekanslardan vericilerle yapılan elektromanyetik dalgaların uygun alıcılar tarafından çözülmesi yoluyla kulağımıza hitabeden bir yayın şeklidir. Kullanılan frekansa ve yayının analog veya sayısal olmasına göre farklı isimler (FM, DAB, HD Radio) alsa bile özünde tek noktadan çok noktaya (broadcast) gönderilir. Bu yapısı ile internet dünyasının noktadan noktaya (unicast) iletişiminden farklılık arz eder. Günümüzde internet üzerinden de radyo yayınları yapılmaktadır. Ancak hali hazırda verici ağları mevcutken ve bu vericiler yoluyla "yayın" yapmak olanaklı iken radyo içeriğini internet üzerinden dağıtmak çok verimli görünmemektedir. Radyo, teknolojisi itibariyle kulağa hitabeder. Peki dinlediğimiz içerikle ilgili bir kaç resim görsek? Mesela bir programda grafiklerden bahsedilirken, biz de grafiği görebilsek? Yayın akışını görsek? Bu sorulara "bak bu iyi fikir" diyen şirketler/organizasyonlar RadioDNS adlı kar amacı gütmeyen bir yapı altında buluşmuş. Bu yazıyı yazdığım an itibariyle (18.11.2011 / 21:55) aralarında BBC ve Avrupa Yayın Birliği EBU'nun da bulunduğu 25 üyesi, 65 destekçisi ve sistemi kullanan 1900 istasyonu ile gün geçtikçe büyüyen bir organizasyon haline gelmiş.

Teknoloji

RadioDNS'in isminin sonundaki üç harf, internet dünyasına az çok girmiş herkese tanıdık gelecektir, evet bu DNS bildiğiniz DNS yani Domain Name System: Alan Adı Sistemi. Konuya uzak olanlar için internet tarayıcınıza bir adres yazdığınızda (mesela www.sadeceozgur.com) bu adresin  içeriğinin hangi IP numaralı sunucuda bulunduğunu keşfe yarayan sistem. Radyo yayını ister bildiğimiz FM yayını olsun ister sayısal DAB yayını olsun, alıcılarımıza sesin yanı sıra yayıncıya ait bir takım verileri de iletir. FM yayınları için RDS olarak kısaltılan Radyo Veri Sistemi üzerinden bu bilgiler dağıtılır. RDS üzerinden gelen bilgilerin bir bölümünü, ilgili radyo istasyonunun internet üzerinden sunduğu hizmetlere erişim için gerekli adresi bulmakta kullanılması temeline dayanıyor.

Mobil telefonlardaki radyo alıcıları (uyumlu yazılım güncellemelerine sahip) ve bu teknolojiye uyumlu özel alıcılarla yapılan yayınlara erişmek olanaklı. Henüz standartlaştırılma çalışmaları bitmemiş durumda.

Avrupa Yayın Birliği'nin (EBU) 2010 Q1 Technical Review adlı yayınında Nick Piggott'un RadioDNS _ The Hybridisation of Radio (RadyoDNS _ Radyonun Hibritleştirilmesi) başlıklı bir yazısı yer almış. Piggott'un yazısına buradan erişebilirsiniz.

Televizyon Öldüren Eğlence / Neil Postman

Amerikalı yazar ve medya teorisyeni Neil Postman'ın 1985'te kaleme aldığı ünlü eseri Amusing Ourselves to Death, Osman Akınhay'ın çevirisi ile Ayrıntı yayınlarından çıkmış. İlk baskısı 1994 yılında yapılan kitabın benim okuduğum 2010 yılında yapılan 3. baskısıydı. Geniş kaynakça ve dizini ile birlikte 195 sayfalık kitap iki ana bölümden oluşuyor.
İlk bölümde televizyona gelinceye kadar iletişim dünyasının geçirdiği evreler ve her yenilik ile günlük yaşamdaki değişiklikler irdeleniyor. İnsanların sadece yakın çevrelerinde olup bitenden haberdar oldukları, şehrin, ülkenin ve dünyanın geri kalanından bihaber oldukları dönemleri hayal etmek bile zor günümüzde. Telgrafın keşfiyle işler değişmiş. 27 Mayıs 1844'te Amerika'da ilk telgraf hattının kurulmasından yalnızca dört yıl sonra Associated Press'in kurulmasıyla
"bütün ülkede hiçbir yerden gelmeyen, özel olarak hiç kimseye hitap etmeyen haberler ağır basmaya başladı" (s.80)
Postman, günümüzden 25 yıl önce yazdığı kitabında çok çarpıcı tespitler yapmış. Her "ajans"ı takip eden, her yarım saatte bir  "acaba neler oldu" diye televizyonun karşısında yerini alan günümüz insana hitaben yazmış sanki:

"Bugün tam da böyle bir mahallede  (şimdilerde zaman zaman "global bir köy" tanımları duyulmaktadır) yaşadığımız için, kendinize şu soruyu sorarak, bir bağlamı olmayan enformasyonla ne demek istendiğini çıkarabilirsiniz: Sabah radyo ya da televizyonda veya sabah gazetesinde öğrendiğiniz enformasyonlarla günlük planlarınızı değiştirmeniz, aslında tersini yapmayı istediğiniz bir davranışta bulunmanız ya da çözmeniz gereken bir problem üzerinde daha uzun kafa yormanız durumuyla ilgili haberler, yatırımcılar için borsa haberleri bu tür sonuçlar doğurabilir. Tesadüfen yaşadığınız yerin haberler de bu tür sonuçlar doğurur. Oysa günlük haberlerimizin çoğunun yaşamımız üzerinde hiçbir etkisi olmaz; bunlar, hakkında konuşulacak bir konu yaratan, ama sizi anlamlı bir eyleme yöneltmek gibi bir etkisi olamayacak haberlerdir.  Telgrafın asıl mirası bu oldugur: Telgraf bol miktarda ilgisiz enformasyon yaratarak, "enformasyon-eylem oranı" diye adlandırılabilecek tabloyu baştan aşağı değiştirmiştir." (s.81)

Kitabın ilk bölümü CE-EE dünyası başlıklı alt bölüm ile bitiyor. Ce-ee, çocukların severek oynadığı oyun. Kitabın bu bölümünde ise televizyon insanlığın karşısına çıkıyor: ce-ee diyerek. Kitabın bu bölümü ve takip eden bölümlerini okumak daha keyif verici. Televizyonun, iyi bildiğimiz ancak iç içe yaşadığımız için artık fark edemediğimiz program tarzını çarpıcı örneklerle anlatıyor Postman. Örnekler ABD'den olsa bile ülkemizde de benzerlerini bulabiliriz. Kitabın ikinci bölümü tamamen televizyonun hayatımızdaki rolüne ayrılmış. Bu bölümün alt bölümlerinin başlıkları şöyle: Gösteri çağı, "ve şimdi de", Beytüllahm'den kurtulmak, uzanıp birini seçmek, eğlendirici bir faaliyet olarak öğretim ve Huxleyci uyarı.
Kitabın tam adı, aslında bu ikinci bölümün temel anlattıklarının özeti gibi: Gösteri Çağında Kamusal Söylem. Televizyon, eğlence merkezli bir yayın üretiyor. Üretmek zorunda bir yerde. Yayınlanan içerik "eğlendirmezse" kişiler uzaktan kumandalarının tuşuyla kanal değiştirebiliyorlar. Hal böyle olunca sunulan içerik olabildiğince sık görüntü değişiklikleriyle, etkileyici alt müzikleriyle, herhangi bir bilgi aktarmayı hedeflemeyen şekilde oluşturuluyor.   Televizyonun, Postman'a göre en tehlikeli yanı günlük hayatta her şeyi eğlendirici bir şekilde sunulmaya zorlaması. Kitabında politikacıdan öğretim üyesine, rahipten kamu yöneticisine kadar bir dizi örnek verilmiş. Sondan bir önceki alt bölüm, özellikle küçük çocuğu olanlara yönelik sanki: Eğlendirici bir faaliyet olarak eğitim. Bu bölümde Susam Sokağı programından hareketle televizyonda yayınlanan "eğitici" programlar değerlendirilmiş. Televizyondan eğitimin üç özelliğinin ön koşulsuz, kafa karıştırmayan ve yorumlar içermemesi olduğunu söylüyor Postman. Bu üç özelliğin ise eğitimden çok eğlenceyi çağrıştırdığı tespitini yapıyor. Sonuç, Postman'a göre, televizyonun eğitime katkısından ziyade, eğitim kurumlarının televizyonlaşması olmuş.
Kitap, önsözünde de yer alan bir saptama ile bitiyor: Günümüzde yaşadıklarımız George Orwell'in 1984'ünden çok Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünyası'na benzer bir durumdur. Postman'ın sözleriyle:

"Huxleyci kehanette gardiyanlara, kapılara ya da Hakikat Bakanlıklarına gerek yoktur. Bir halk saçma sapan şeylerle eğlendiği, kültürel yaşam aralıksız eğlence turları şeklinde yeniden tanımlandığı, ciddi kamusal konuşmalar bebeklerin çıkardıkları seslere benzediği ve kısacası halkın kendisi bir izleyici kitlesi, halkın kamusal işleri de bir vodvil temsiline döndüğü zaman, artık ulus riskle yüz yüze gelmiş ve kültürün ölümü açık bir olasılık halini almış demektir." (s.173)

Perşembe, Kasım 17, 2011

Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim / Raymond Williams

1921 doğumlu olan Raymond Williams 1988 yılında vefat etmiş. 1958 yılında yayınladığı Kültür ve Toplum ile Marksizm ve Edebiyat (Adam yayıncılıktan 1990 yılında çevirisi yayınlanmış) önemli eserlerinden. Kültürel çalışmalar yaklaşımının önemli isimlerinden Raymond Williams'ın 1974 yılında yazdığı Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim adlı eseri Ahmet Ulvi Türkbağ'ın çevirisi ile Dost Kitabevi Yayınları'ndan 2003 yılında ilk baskısını yapmış. 135 sayfalık kitap Teknoloji ve Toplum, Teknolojinin KurumlarıTelevizyonun BiçimleriProgramcılık: Dağılım ve AkışTeknolojinin Etkileri ve KullanımlarıAlternatif Teknoloji, Alternatif Kullanımlar başlıklı altı bölümden oluşuyor.


Eserinde teknolojik determinizme karşı çıkan Williams, televizyonun İngiltere ve ABD'deki örneklerini ayrıntılı olarak inceliyor. Bu analizinde akışın izleyicileri kanalda tutmak adına özenle yapıldığının altını çiziyor. ABD'nin ürettiği program içerikleriyle ve doğrudan şirketlerinin yayılmasıyla tüm dünyadaki yayın sektörüne hakim olmaya çalışacağını öngörüyor:


“..Son yirmi yılda, normal olarak ulusal devlet denetimindeki sesli yayıncılıktan öncelikle ticari televizyon kurumlarına dünya çapında geçilmesini Birleşik Devletlerin bu planlı harekatının bir sonucu saymak aşırı kaçmaz. Ülkelerde yerel bir tartışma olarak birbiri ardına ortaya çıkan, çabucak ve ikna edici bir biçimde devlet tekeli ile bağımsız yayıncılık arasında bir seçim olarak tanımlanan olayların çoğunda, Amerikan menfaat odakları ile yerel ortaklarının ve güçlü uluslararası reklam şirketlerinin aldatmacası yatmaktadır. s.35


Gelişen kablo yayıncılığı, isteğe bağlı video, etkileşimli televizyon, yaygınlaşan uydu yayıncılığı gibi günümüzde gerçekleşen bir çok uygulama, 1974 yılında kaleme alınan kitapta yerini bulmuştur. Televizyonun geleceğine yönelik iki alternatif ile bitirir kitabını Williams. Ben bunlardan birisini iyimser, diğerini kötümser senaryo olarak adlandırdım ve aşağıya alıntıladım. Hangi senaryonun gerçekleştiği ise malumunuz....


İyimser senaryo:


Ucuz, yerel tabanlı, ancak kısa süre önce hayal ürünü gibi görünen bir ölçekte, iletişim ve bilgi paylaşımını mümkün kılan uluslararası genişlikte televizyon sistemlerine sahip olabiliriz. Bunlar olgun ve katılımcı demokrasiye uzanan devrimin ve karmalık kentsel ve endüstriyel toplumlardaki etkin iletişimin iyileştirilmesinin çağdaş araçlarıdır. s.126


Kötümser senaryo:


Ancak, bunlar seçim ve rekabetten söz eden bir örtü altında, birkaç ulus-ötesi şirketin beraberlerindeki devletlerle ve ajanlarla birlikte, haberlerden psikolojik oyunlara, neredeyse programlı olasılıkları arasında ve toplu tepkiye kadar yaşamlarımıza daha fazla girebildikleri ölçüde, kısa ve başarılı bir karşıt devrimin de araçları olabilir. s.126

Perşembe, Ekim 27, 2011

The Future is Hybrid : Gelecek Melezde / Hibritte

Yazının başlığı içeriğini ne kadar anlatıyor bilemiyorum. Konuyla / sektörle ilgili olanların tahmin edebileceği bir şey aslında. Benim de bir süredir çeşitli yazılarımda dile getirdiğim bir tespiti Avrupa Yayın Birliği de beyan etmiş. Buradan indirebileceğiniz raporda ayrıntılarını bulabilirsiniz. Çok özetle online dünya ile televizyon dünyasının birlikteliği olarak ifade edilebilir.

Hibrit ile ilgili daha önce yazdığım yazıların bağlantısını ve EBU'nun raporunun bağlantısını aşağıda bulabilirsiniz:

EBU görüşü: http://www.ebu.ch/Viewpoint_2011_Hybrid_ENG.pdf

Samsung Smart TV


IPTV eskidi, Avrupa OTT TV’ye yelken açıyor


Televizyonunuz olmadan televizyon izlemek için


tariflerden tekniğe dönüş: Over-the-top TV (OTTTV)


HbbTV, Hybrid Broadcast Broadband Television

Çarşamba, Ekim 19, 2011

İstanbul Büyüsü / Demir Özlü

İstanbul Büyüsü, Demir Özlü'nün seçimiyle oluşturduğu içerisinde İstanbul geçen eski öykülerinden bir derleme. 143 sayfalık kitabın son sayfasına yazarın koyduğu açıklamadan öğreniyoruz bunu. Boğuntulu Sokaklar, Öteki Günler Gibi Bir Gün, Aşk ve Poster ile Stockholm Öyküleri adlı öykü kitaplarından Almanya'daki bir yayıncı için oluşturulmuş bu seçki. Ancak, yayınevi hayatını sürdüremeyince Almanya'da yayınlanmamış. Can yayınlarından ilk baskısını 1993 yılında yapan İstanbul Büyüsü'nün benim okuduğum 2001 yılında yayınlanan ikinci baskısıydı.


İstanbul Büyüsü, çeşitli tarihlerde yazılmış, bir şekilde İstanbul'la ilgili 15 öyküden oluşuyor. Kimi öykülerde İstanbul'un semtleri, kiliseleri, caddeleri ayrıntılı bir şekilde uzun uzadıya betimlenmiş. Adeta öykünün kahramanı, şehir olmuş. Kimilerinde ise fonda kalmış, ama bir şekilde hep öykünün içerisinde. Özlü'nün öykülerinde insanı saran, sürükleyen, merak uyandıran bir anlatı yer almıyor. Belki hayatın kendisi gibi, sıradan şeyler anlatılıyor. Nasıl hayat, çoğunlukla düz bir çizgide, büyük iniş ve çıkışlar olmaksızın, hatta biraz tekdüze ve sıkıcı yaşanıyorsa Özlü'nün anlattıkları da öyle. Metinler kendisine bağlıyor bu hayata benzeşmesiyle. Bu derlemede en çok beğendiğim öykü Dönüş oldu.

Cuma, Ekim 14, 2011

Hüzün / Ayşe Kulin

Ayşe Kulin’in dört kitaplık serisinin sonuncusu Hüzün adını taşıyor. Kitabın tam adı Hüzün 1964-1983 Dürbünümde Kırk Sene. Everest Yayınları’ndan Ocak 2011’de çıkan kitabın ilk baskısı 100.000 adet yapılmış. 281 sayfalık kitabın sonunda Kulin’in aile albümünden fotograflara yer verilmiş.

Hayat, Kulin’in ikinci evliliğinin ilk yıllarında son buluyordu. İlk evliliğinden olan çocuklarının velayeti konusunda yaşadıkları, ikinci evliliği ve bu yeni evlilikten doğan iki erkek çocuk, 1971 darbesi, 1980 darbesi ve bolca hüzün. Bu son kitabı okurken Kulin’in hayatının mücadele ile geçtiğine şahit oldum. Uzaktan bakıp, kolej mezunu, çocuklarını yurt dışında okutmuş, hayatının bir bölümünü Yeniköy’de saray yavrusu bir yalıda geçirmiş diye düşünebilir insanlar. Oysa, dedesinin rüyasında dediği gibi, hayatı hep çok çalışarak geçmiş Kulin’in.

Hüzün, Ankara ve İstanbul anılarıyla dolu. Sen masa kurmayı bilirsin diye çağrıldığı bir reklam setinden sanat yönetmeni ünvanı ile ayrılması, çeviriler, dergi yazıları, reklam filmleri gibi işler arasında koşturmasıyla geçen yıllarda ailesinin geçirdiği dönüşümlere de tanıklık etmemizi sağlıyor yazdıkları.

Kulin’den bugüne kadar toplam 5 kitap okudum. Bunlar Aylin, Veda, Umut, Hayat ve Hüzün. Ancak hiç birisi kurgu değil. Hepsi yaşanmış hikayeler. Elbette kimi kurgusal özellikler barındırsa bile “roman” denilebilecek eserler değil kanımca. Okuduğum tüm eserlerinde akıcı ve kolay okunan, okuyanı yormayan bir dil kullanılmış.

Perşembe, Ekim 13, 2011

Polis Radyosu, Radyo İlef, Meteorolojinin Sesi Radyosu tarihe mi karışacak?

Sektör çalışanlarının yasa yayınlandığından beri bildiği ama her ne hikmetse dile getirmediği bir durumu yazı konusu yapayım dedim. 6112 sayılı RADYO VE TELEVİZYONLARIN KURULUŞ VE YAYIN HİZMETLERİ HAKKINDA KANUN, 3 Mart 2011 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu yasanın Frekans Planlaması ve Yayın Lisansı başlıklı yedinci bölümünün frekans planlaması ve tahsis isimli 26. maddesinin üçüncü fıkrası şu şekilde:


(3) Kamu kurum ve kuruluşlarının ikaz, duyuru ve eğitim maksadıyla karasal radyo veya televizyon yayını yapma talebinde bulunmaları halinde; bu talepler yapılacak protokol çerçevesinde Türkiye Radyo-Televizyon Kurumundan hizmet alınarak karşılanır. Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte kanunlarında radyo ve televizyon yayını yapabileceklerine ilişkin hüküm bulunan kamu kurum ve kuruluşlarından Türkiye Radyo-Televizyon Kurumu tarafından herhangi bir ücret alınmaz. Türkiye Radyo-Televizyon Kurumu haricindeki kamu kurum ve kuruluşlarına kanal, frekans veya multipleks kapasitesi tahsisi yapılmaz


Şimdi yukarıdaki ifade ne anlama geliyor? Metni dikkatli okuyunca Türkiye Radyo-Televizyon Kurumu (TRT) dışında kamu kurum ve kuruluşlarına kanal, frekans veya multipleks kapasitesi tahsisi yapılmaz denilmesi, açık bir şekilde antende TRT dışında bir kamu kurum ve kuruluşu yayını olamayacağını belirtiyor. Ancak yasa uydu, kablolu yayın veya internet üzerinden yapılacak yayınlara ilişkin bir yasaklama getirmiyor. Kıt kaynak olan frekansın özel sektörce paylaşılmasını esas alan bir yaklaşım var zannedersem yasanın metninde. Bu yaklaşımın ne kadar doğru olduğu, bu yazının sınırlarını aşan bir tartışma konusu.


6112 sayılı yasanın 19. maddesi, radyo televizyon yayını yapacak yapıların taşımları gereken özellikleri sıralıyor. Antenden yayın yapmak isteyen kamu kurum ve kuruluşları bu maddeye uygun bir yapılanma içerisinde yer alarak yayınlarını sürdürebilirler. Elbette kendi yasalarında böylesi bir işleme uygun olup olmadığını incelemek kaydıyla...

Çarşamba, Ekim 12, 2011

Reenkarnasyon Kulübü / Kaan Arslanoğlu

Bugüne kadar yayınlanmış tüm eserlerini okuduğum iki yazardan birisi Kaan Arslanoğlu. Ekim 2011, yani daha bir kaç gün önce, yayınlanan son romanı Reenkarnasyon Kulübü'nü de okuyarak "tüm eselerini okuduğum yazar" demeye devam ediyorum :) Bu son romanı, yayınladığı 18. eseri. Tümü roman değil, inceleme/araştırma türü eserleri de var yazarın. Reenkarnasyon Kulübü İthaki yayınlarından çıkmış. İlk baskısını Ekim 2011'de yapmış. Eğer tahmin ettiğim tartışmalara yol açarsa yeni baskısını yakın zamanda yapacak olan roman, 296 sayfa.
Alışagelinen tarz romanlardan farklı bir üslup kullanılmış. Romanın yazarı, Kaan Arslanoğlu, romanın hem anlatıcısı hem kahramanı. İlk tümce ve sonrasında gelen paragraf ile bana yakın zamanda okuduğum Nasıl Yapmalı'yı anımsattı. Çernişevski'nin çokca tartışılan romanı Nasıl Yapmalı da merak uyandıran bir bölüm ile açıldıktan sonra romanın yazarı okuyucu ile konuşmaya başlıyordu. Arslanoğlu'nun ilk tümcesi ve arkasından gelen paragrafının başlangıcı şöyle:
"Sonrasında yaşayacaklarımı, o gün, daha ilk karşılaşmamızdan önce sezmiştim.
Kitap tutkunları artık ilk tümcesi yoğun anlatımlı, derin göndermeli romanlara ilgi duyuyor. Romana benim de böyle başlamam o hesaptan değil, öyle ya da böyle bir ilk cümle konacaktı elbet..." (s. 5)
Romanda, psikiyatristliği bırakmış olan Arslanoğlu (ki bildiğim kadarıyla kendisine ilişkin bilgiler gerçek yaşantısıyla örtüşüyor) partili bir tanıdığının ricası üzerine, bir psikiyatrist ile görüşmek isteyen beyazımsı mavi yakalı Serhat ile buluşuyor. Beyazımsı mavi yakalı tabiri bana ait. Serhat, bilgi teknolojileri alanında çalışan bir teknisyen. İşçi sınıfının görece iyi kazanan üyelerinden birisi. Beyaz yakalı da denebilir, mavi yakalı da. Roman, günümüz Türkiye'sinde anayasa referandumu öncesi ve hemen sonrası zamanında geçiyor. Mekan İstanbul'un anadolu yakası, Kadıköy civarı. Serhat, güncel deyimi ile "iki kişiden birisi". Yani iktidar partisinin bir seçmeni. Serhat'ın sorunu reenkarnasyon ile yeniden dünyaya gelmişlerden olduğuna inanması. Böyle olduğunu, kendisinin de yeniden dünyaya geldiğine inanan Enver isimli ayakkabı tamircisinden öğrenmiş. Arslanoğlu Serhat'ın sorunlarını anlayıp çözeyim derken kendisini, Enver'in eski hayattaki kişiliği ile tartışmalara girerken buluyor. Enver eski hayatında Mustafa Kemal olduğunu düşünce, Arslanoğlu aklına takılan tarihi şeyleri sormaktan geri kalmıyor. 
Romanın kısa özetini yukarıda anlatmaya çalıştım. Arslanoğlu romanda Mustafa Kemal'in Çerkez Ethem, Enver Paşa ve Mustafa Suphi ile olan ilişkilerine dair şeyler söyletiyor karakterlerine. Sonuçta elimizdeki bir roman olduğu için, Mustafa Kemal'in yeniden kendi bedeninde vücut bulduğuna inanan birisinin söylediklerini ne kadar ciddiye almak gerekir bilemiyorum. Eğer Aslanoğlu'nun kaleme aldığı bir inceleme kitabı olsaydı ve Atatürk ile ilgili romandaki kahramanlarının yaptığı tespitleri yapsaydı sonuç ne olurdu onu da bilmiyorum. Özellikle Mustafa Suphi konusundaki tespitler, tespitleri yapan roman kahramanları bile olsa ses getirecek cinsten. Gene roman kahramanı Arslaoğlu'nun kitabın sonlarına doğru gördüğü rüya çok tartışılacaktır. Yakın tarihimiz pek okutulmuyor okullarda ne yazık ki. Kurtuluş savaşı yıllarında kuzey komşumuz ile ilişkiler pek çoğunca bilinmez. Yeniden dünyaya geldiğini düşünen Serhat peki eski hayatında kimdi? Merak ediyorsanız romanın kapağına bakmanız yeterli aslında.
Roman boyunca, roman kahramanı Arslanoğlu'nun, gerçek yaşamda da sıkça dile getirdiği "halk kendi gücünün farkında değil", "bu haliyle insan aklı komünizm için yeterli değil" saptamalarında bulunuyor. Tüketici olarak gücün farkında olmamak, Arslanoğlu'nun son romanı öncesi yayınladığı inceleme kitabında ele aldığı konulardan. Evrim Açısından Devrim adlı eserinde Arslanoğlu Karatani'den yaptığı alıntılarla tüketicinin gücüne vurgu yapmıştı. Roman kahramanı Arslanoğlu, kitleleri neden ikna edemediklerine kafa yoruyor. Bu bağlamda solun din ile ilgili yaklaşımlarını eleştiriyor. Mesele dergisinin Ekim ayı sayısı da aynı konuyu işliyor. İhsan Eliaçık, Mehmet Eroğlu ve Sırrı Süreyya Önder ile söyleşilerin yer aldığı Mesele'nin Ekim sayısı arşivlik bir sayı olmuş.
Bana kalırsa fazlasıyla kolay okunan, okuyucusunu yormayan bir roman Reenkarnasyon Kulübü. İşin doğrusu ben eski romanlarını daha bir sevmiştim. Oysa anlatılanları farklı bir kurgu ile daha zaman/mekan karmaşaları içerisinde anlatsa, çok keyifli bir roman olabilirdi. Arslanoğlu'nun zeka ile ilgili fikirlerini bilen birisi olarak bu "kolay okuma"nın bilinçli tercih olduğunu düşünüp, saygıyla karşılamak dışında bir şey gelmiyor elden :)

Cuma, Ekim 07, 2011

Hayat / Ayşe Kulin

İki kitaplık anıların ilk cildi diyebileceğimiz Hayat, 1941-1964 yılları arasını içeriyor. Veda ile başlayan Umut ile devam eden anlatılarda bu kez kahraman yazarın kendisi. Ayşe Kulin, İstanbul doğumlu olsa bile çocukluğunun önemli bir bölümünü Ankara'da geçirmiş. Şimdilerde Soysal pasajı olarak bildiğimiz, Kızılay'ın merkezindeki Soysal apartmanında. Kızılay meydanı manzaralı küçük dairelerinde idealist mühendis babası Muhittin Kulin ve annesi Sitare Kulin ile birlikte geçirdikleri yılları anlatırken, bir yandan da ülkenin geçirdiği dönüşüme tanık ediyor bizleri.

Kulin'in Hayat ve ardından Hüzün isimli kitaplarını okurken düşündüm anı okumayı neden bu kadar çok seviyorum diye. Anılar, başka yerlerden öğrenemeyeceğim ayrıntılar içeriyor. Mesela Demokrat Parti'nin iktidara geldiği dönemlerde erkek ve kız öğrencilerin ayrı kaldırımlarda yürümeleri şartının getirildiği bilgisine tarih kitaplarında rastlamadım. Zaten benim öğrencilik dönemimde yakın tarihimize ilişkin neredeyse hiç bir şey okumuyorduk. Bugünlerde de farklı değildir sanırım. Kurtuluş savaşı ve devrimlerle biterdi kitaplar. Veda isimli kitabında İstanbul'un fiili olarak dört yıl süresince işgal altında kaldığını, padişah sarayında otururken kentin denetiminin işgal kuvvetlerinde olduğunu okudum.

Hayat'ı okumak, iki/z kızını "birey" olarak yetiştirme gayretinde birisi olarak beni derinden etkiledi. Kulin'in babasına dair anlattıklarını okurken duygulandım. Kendi anne babamın bizleri büyütürken katlandıklarını, çocuklarımız olduktan sonra daha iyi anlar oldum. Kısa süren ilk evliliğini bitirme kararının ardından "Hayat" bitiyor. Hayat'ı bitirdiğimde kitapta yer yer değinilen ilk eşin ve ailesinin "çektirdikleri"ni pek anlayamamıştım. Hemen ardından okuduğum Hüzün, Hayat'ta yapılan göndermelerin sebebini ortaya koyuyordu.

Hayat, Umut ve Veda'dan farklı bir üslup ile kaleme alınmış. Özellikle Veda, daha roman tadındaydı. Hem Veda, hem Umut tarih sırasına göre yazılmıştı. Hayat ve Hüzün'de ise yer yer ileri tarihlerde yaşanılanlara ait şeyler anlatılıyor. Belki ana karakter kendisi olduğu için böyle bir üslubu tercih etmiştir Kulin. Her dört kitap da akıcı, sürükleyici bir dille yazılmış. Her biri tek başına okunabilecek kitaplar ancak sıra ile okumak ayrı keyif veriyor.

Cumartesi, Eylül 24, 2011

Kafes / John Perkins

3 Ekim 2011 tarihinde İstanbul'da Bilişim Zirvesi etkinliğinde konuşma yapmak üzere ülkemize gelecek John Perkins'in çok satanlar listelerinden inmeyen kitaplarından birisi : Kafes. Hayatının önemli bir bölümünü kendi ifadesiyle "ekonomik tetikçi" olarak geçirip sonra bu böyle gitmez demeye başlayan Perkins, tanıklık ettiklerini yazmaya başlamış. Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları başlıklı bir dizi kitap yazmış. Kafes, bu kitapların ardından kaleme aldığı kitaplardan. Dilimize Murat Kayı tarafından çevrilen Kafes, APRİL Yayıncılık etiketiyle Şubat 2011'de yayınlanmış. Benim okuduğum ilk baskısıydı. İki kısımdan oluşan kitap, 280 sayfa.

Dünya Bankası kredileri, IMF programları, büyük borçlarla girişilen alt yapı yatırımları ülkemiz insanının duymaya alıştığı sözler. Alışık olmadığımız ise Perkins'in Kafes isimli kitabının Sorun başlıklı ilk kısmında anlattıkları. Perkins, özetle ülkelerin çeşitli gerekçelerle borç batağına sokulmasının, borç batağına giren ülkelere kamu yatırımlarını kısmaları ve kamu mülkiyetindeki tesisleri özelleştirmeleri telkinlerinin hep planlı şekilde yapıldığını anlatıyor. Bu planlara evet demeyen iktidarların değiştirilmesi için askeri darbeler dahil her türlü operasyonun gizli servislerle işbirliği içerisinde gerçekleştirildiğini tanıklıklarıyla açıklıyor. Kitapta bir çok ülkenin adı açık olarak yazılmış. Şili, Ekvator gibi ülkelerin yanı sıra komşumuz İran da kitapta adı geçen ülkeler arasında. Kendi ülkemiz kitapta sayılmasa bile özellikle 80 dönemi öncesi ve sonrasında yaşananlar ile ekonomik tetikçinin anlattıkları ilginç bir şekilde örtüşüyor.

Perkins, torununu kucağına aldığında ona nasıl bir dünya bırakmakta olduğunu dehşetle fark edip sürdürülemez yok oluşu durdurmak için bir şeyler yapmaya karar vermiş. Kafes'in Çözüm başlıklı ikinci bölümünde gidişi değiştirmek için neler yapılabileceğini açıklıyor. Bu noktada işin rengi değişiyor bana kalırsa. Perkins, dünya kaynaklarını yok etme pahasına kar en çoklamasını (maksimizasyon) hedefleyen kapitalizmin, aslında insan üretkenliğini ortaya çıkartan serbest piyasa rejiminin kötü uygulaması, hastalıklı bir biçimi olduğu tespitini yapıyor. Yani sistemin özünde sorun yok diyor Perkins. Hatalı olan uygulayıcılar, tüketiciler ve uygulamadaki aksaklıklar (kontrolsüz piyasa mesela). Perkins'e göre tüketicilerin ortak hareketleri ve zorlamaları ile şirketler hatalı (mesela uzak asyada insanlık dışı çalışma koşullarından) uygulamalarından vazgeçirilebilirler. Devletler, şirketleri sınırlayan yasaları yeniden çıkartmaları ile piyasanın işleyişine toplum yararına müdahalelerde bulunulabilir.  Bu görüşlerinin uygulandığını düşündüğü sistem olarak ise Çin'i gösteriyor. Son dönemde üst üste büyüyen Çin'de çevre sorunlarının çözümü için de projeler geliştirildiğini vurguluyor. Kitabın bu kısmında, bir konuşması sırasında dinleyiciler arasında bir öğrencinin şirketleri tamamen ortadan kaldıralım önerisini ise gerçekçi bulmadığını yazıyor. Perkins'e göre sosyalizm uygulanabilir bir sistem değil. Piyasa, kontrol edildiği sürece verimli ve insanın üretkenliğini öne çıkartan bir sistem oluşturuyor.

Doğaya verdiği zararlar nedeniyle istenilse bile sürdürülemeyecek sisteme sistem içerisinden itirazların öne çıkartıldığı bir süreçten geçiyoruz. Perkins'in kitabı, bu sistem içi çözüm önerilerinden birisi. Sistemi kökten dönüştürülmesinin olanaksızlığı bir kez daha vurgulanıp, soğuk savaş dönemindeki kazanımlar öne çıkartılırken bunların sol alternatifinin dayatması ile verilmek zorunda kalınan ve alternatif ortadan kalkınca hızla geri alınan ödünler olduğu unutuluyor. Sistemin böyle gitmeyeceği kesin ancak insanlığın bulabileceği en iyi sistem, yaşamakta olduğumuz mudur? Bence daha iyisini hak ediyoruz.

John Perkins'in web sayfası var. Benim, kendi anladıklarımla sınırlı notlarımdan fazlasına Perkins'in sayfasından ulaşabilirsiniz...

Salı, Eylül 20, 2011

Eşik / Irmak Zileli

Deyim yerindeyse daha mürekkebi kurumamış bir ilk roman Eşik. Eylül 2011 basımı. Remzi Kitabevi'nden çıkmış. 2000 adet basılan roman 325 sayfa. Cumhuriyet Kitap'ta çıkan tanıtım yazısı / söyleşi sonrası edinmeye karar vermiştim Eşik'i. İşin doğrusu romanın ilk 100 sayfası hayal kırıklığına uğrattı beni. Diyaloglar yerine anlatıcı, iç ses ile süren sayfalar, hikayenin nereye gideceğini az çok tahmin etmek, karakterlerin keskin hatlara sahip oluşu. Ancak ilerledikçe, özellikle ortalarından sonra romana hakim olan Eylül (80 darbesi öncesi doğmuş, romanın ortalarında genç kız olma yolunda) ile babası arasındaki ilişkileri okudukça elimden bırakamaz oldum. Roman, annesi, babası ve dayısı 1970 ve 80 darbelerinden nasibini almış bir ailenin içinde yetişen Eylül'ü anlatıyor. Bunu yaparken bir yandan da sol içerisindeki tartışmalara / ayrışmalara değiniyor. Eylül'ün dayısı Atilla, tek erkek olmanın getirdiği tüm şımartılma ve pohpohlanma ile büyütülmüş yargıç (bir yerde vekil denilmiş, belki hem yargıç hem vekil) bir babanın oğlu. Sol ve yasa dışı bir partinin lideri. Kız kardeşi Ayşe ise abisinin gölgesinden çıkmaya çalışan ancak pek başarılı olamamış gazetecilik mezunu bir kadın. Hasan, ki Eylül'ün babası, liseden sonra okumamış, kendini "devrim mücadelesine" adamış, partinin iki numarası olmuş ve liderin kardeşini görüp etkilenince evlenmiş. Bu satırlarda tüm romanı anlatmayacağım elbette. 17,50 TL etiket fiyatını verip, yer yer hüzünle yer yer umutla okumanız gerekecek devamında neler olduğunu öğrenmeniz için.

Romanın bu kadar ilgimi çekmesinin en önemli sebebi bir insanın çocukluktan birey olmaya geçiş sürecinde babanın rolünü tartışması. Diyebilirim ki nasıl bir baba olunmaması gerektiğinin romanı Eşik. İnsan yetiştirmek, çocuk sahibi olmak büyük sorumluluk. Dünyaya soldan bakanlardansanız, bu kez işiniz daha da zorlaşıyor. Eşitsizlikleri, doğanın kuralı bu diye açıklamayınca başka gerekçeleri öne sürmek, iktidar ilişkilerinden dem vurmak gerekiyor / gerekecek. Tutum ve davranışların çocuk tarafından taklit edildiğini bilerek atman gerecek adımlarını. Henüz ikizler 2 yaşında olsa bile şimdiden başladılar ne konuşursak, nasıl davranırsak benzerini yapmaya çalışmaya. Çocuğun sırtına taşıyamayacağı sorumluluklar yüklemenin sonuçlarını çok somut şekilde gösteriyor Eşik.

Roman Eylül'ün büyümesine odaklanmış derken, sol içerisindeki tartışmalara yaptığı göndermeleri es geçmemek gerekiyor. Türk soluna mı özgü tüm dünyada da böyle mi bilemediğim bir şey Stalin'in bu kadar ayrışmalara neden olması. Bu konuda en beğendiğim tespit, en beğendiğim yazarlardan birisine Kaan Arslanoğlu'na ait. Şurada alıntıladığım Evrim Açısından Devrim kitabındaki sözler, fazla söze gerek bırakmıyor. Romanı okumuş olanlarla daha ayrıntılı, karakterlerin savruluşlarına dair şeyler konuşmak isterim. Ancak, kitaplarla ilgili düştüğüm notlarda hep henüz okumamışları aklımda tutuyorum.

Çarşamba, Eylül 14, 2011

DVB-T2 ile ilgili önemli rapor

Avrupa Yayın Birliği'nden (European Broadcasting Union - EBU) Elena Puigrefagut ile Radyo Televizyon Tekniği Enstitüsü'nden(Institude für Rundfunctechnic- IRT) Roland Brugger'ın Mayıs 2011'de hazırladıkları bir rapor EBU TECH 3348 olarak yayınlandı. Raporun tam adı Frequency and Network Planning Aspects of DVB-T2. Rapor, sayısal karasal yayıncılık için kullanılan standartlardan birisi olan DVB-T'nin daha gelişmiş hali olan DVB-T2 ile ilgili yazılmış önemli eserlerden. Ekleriyle birlikte 88 sayfalık çalışma 7 bölümden oluşuyor. Bölümlerin isimleri şöyle:

1. Giriş 2. Sistem Özellikleri 3. Alıcı özellikleri, paylaşım ve uyumluluk, ağ planlama parametreleri 4. Yeni planlama özellikleri 5. Kurulum senaryoları 6. DVB-T2'ye geçiş 7. Referanslar

Konu, ülkemizi de yakından ilgilendiriyor. Yayıncılık dünyasını düzenleyen yasa 3 Mart 2011'de Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Ancak, sayısal karasal yayına geçiş sürecini tarifleyecek yönetmeliğin yayını halen bekleniyor. Bu yönetmelik yayınlandığında ülkemizde sayısal karasal yayın için seçilen standart ve daha bir çok konu belirlenmiş olacak. Umarım ki seçilecek standarda sahip cihazlar yerli üretim ile piyasaya sunulabilir ve yurt dışı bağımlılığı olabildiğince azaltılır.

EBU'nun söz konusu yayınına buradan erişebilirsiniz. Yayını incelediğinizde sizler de göreceksiniz ki standartın uygulanması hiç kolay değil. Yeni yasada öngörülen sürelerde sayısal karasal yayın dönüşümünün gerçekleşebilmesi için ilgili yönetmeliklerin bir an evvel yayınlanması ve belirsizliklerin ortadan kalkması gerekiyor. ayın Birliği'nden (European Broadcasting Union - EBU) Elena Puigrefagut ile Radyo Televizyon Tekniği Enstitüsü'nden(Institude für Rundfunctechnic- IRT) Roland Brugger'ın Mayıs 2011'de hazırladıkları bir rapor EBU TECH 3348 olarak yayınlandı.

Pazartesi, Eylül 12, 2011

Horizon, Liberty Global'ın oyunu değiştirecek platformu

Uzunca bir süre önce, yeni yayın teknolojileri başlıklı sunumu yaptıktan sonra "Televizyonun geleceği nasıl olacak?" sorusuna verdiğim yanıt, 8 Eylül 2011'de Amsterdam'da Liberty Global'ın tanıttığı Horizon'ı andırıyordu. "Ev içerisinde internet bağlantısını sağlayıp, aldığı içeriği evdeki tüm ekranlara dağıtan bir kutu olacak. Televizyon, bildiğimiz klasik akışlı yayından ibaret olmayacak. İstediğimiz içeriği, istediğimiz zaman, istediğimiz yerden izleyebileceğiz..."

Eylül ayının başında Amsterdam'da, yayın sektörünün kalbinin attığı ve blog yazarınızın her yıl internet sayfalarından, yorumlardan edindikleriyle takip ettiği IBC'nin açılış gününde, Mike Fries (Liberty Global'ın CEO'su ve Başkanı) Horizon platformunu tanıtmış. Platformun merkezinde multimedia gateway olarak adlandırılan bilgisayarı var. Liberty Global'ınaçıklamasından öğrendiğime göre bu bilgisayarı Samsung üretmiş. Cihazın içerisinde Intel Atom CE Media işlemcisi var. Middleware (arayazılım) NDS'in imali olacakmış. Şifreleme işlerini Nagravision, NAGRA Media Access ile çözmüş. MoCA veWiFi destekli cihaz aynı zamanda DLNA ekosistemine de dahil olacak.

Peki Horizon Avrupa'da ne zaman görücüye çıkacak? Gene IBC'deki açıklamalara göre 2012'nin ilk çeyreğinde Hollanda'da UPC tarafından sunulacak. Hemen ardından UPC Cablecomm ile İsviçre'de ve Unitymedia ile Almanya'da hizmeti kullanmak mümkün olacak.

Cumartesi, Eylül 10, 2011

B, Bira / Tom Robbins

Ayrıntı yayınlarından 2011 yılında ilk ve ikinci baskısını yapmış B, Bira. Tom Robbins'in yazdığı eseri Aysun Babacan dilimize çevirmiş. 102 sayfalık küçük hacimli kitabın arka kapağında fiyatı 9 TL olarak belirtilmiş. B, Bira için yayıncı "Çocuklar İçin Yetişkin Kitabı, Yetişkinler İçin Çocuk Kitabı" tanımlaması yapmış. Oldukça yerinde bir tanımlama. Kitabın dili akıcı ve keyifli. Bir çocuğa büyüğü tarafından okunduğu varsayılarak yazılmış.


Kitabın adı Bira olunca, bu nasıl çocuk kitabı diyenler olacaktır. Şahsen çocuğuma okuyacağım kitaplar arasında değil B, Bira. Ama çocuk kalmışlar için hararetle önerebilirim. Özellikle şerbetçi otu ile maltın su ile seyreltilmesi ve mucizevi mayanın katılmasıyla elde edilen buz gibi sarı sıvıyı sevenlere...

Çarşamba, Eylül 07, 2011

Yakınsama: Televizyon - İnternet birlikteliği

İnternet dünyası ile televizyon dünyası giderek birbirine daha fazla yaklaşıyor. Ülkemizde bile televizyon başında geçirilen süre azalırken, internet başında geçen süre artıyor. Peki interneti kullanlar neler yapıyor? Elektronik postaları okumak, sosyal ağlarda kim nerede kiminle incelemeleri yapmak, haber sitelerine göz atmak...Bunları hiç birisi, hadi diyelim büyük bölümü, saatleri geçirmek için yeterli gelmez. Yanıt internete kayan, eskiden televizyon cihazımızla yaptıklarımız...

İnternet üzerinden dizi / film / klip izlemek yaygınlaşıyor. Eskiden forumlarda bulunan linkler kullanarak parça parça indirip ardından birleştirip sonra format değiştirip binbir zahmet sonucu ulaşılan içeriklere artık video paylaşım siteleri üzerinden herkes erişebiliyor. Diziler, bir kaç saat / gün gecikme ile reklamlarla kesilmeden izlenebiliyor. Hem de istediğimiz zaman, istediğimiz yerden, istediğimiz cihaz ile. Bu kolaylıklarına karşın daha da kolaylaşabilir mi hayatımız? Mesela televizyonda maç izlerken yanımızdakiyle yaptığımız maç geyiğini, internette sosyal ağlarda yapsak. Yerimizden kalkıp bilgisayarı açıp sosyal ağın sayfasına ulaşmadan. Elimizdeki uzaktan kumanda ile ve bir yandan maçı izlemeye devam ederken. Ya da izleyecek ilginç bir şey bulamayınca gidip bilgisayarı açmak yerine televizyon üzerinden şöyle bir internete göz atsak?

Piyasada bu işleri kolay yapmanızı sağlamak için özel tasarlanmış televizyonlar çoğalıyor. Benim ülkemizde satılanlar arasında ilk gördüğüm Samsung Smart TV idi. Şimdilerde laboratuvarımızda incelediğimiz bir model ise Sony'nin üretimi. Bu tip cihazlara genel olarak bağlanmış televizyon anlamına gelen Connected TV deniliyor. Sony, internet tv olarak pazarlıyor. Televizyon üzerinde kablosuz bağlantı sağlayan adaptör var. Bunun sayesinde evdeki kablosuz bağlantı destekleyen modemi kullarak internete erişebiliyor. Kullanımı kolay menülerle  Twitter, Facebook, Picasa sayfalarına girebiliyorsunuz. Bayram öncesi bu televizyonu kullarak bir tweet atmışlığım da var :) Laborauvarımızdaki televizyonun bir başka önemli özelliği DVB-T2 alıcıya sahip olması. Sayısal karasal yayın standartlarından birisi olan DVB-T'nin yeni sürümğ DVB-T2. Piyasada DVB-T alıcılı televizyon çok sayıda var. 

Ülkemizde de yakın zamanda başlayacak sayısal karasal televizyon yayınlarını ek cihaza ihtiyaç duymadan izleyebilmek için gerekli bu alıcılar önemli. Henüz RTÜK tarafından bilgi verilmemiş olsa bile ülkemizdeki yayınların DVB-T2 standartı kullanılarak yapılacağını tahmin ediyorum. Böylesi bir durumda DVB-T alıcılı televizyonlarla sayısal karasal yayın izlemek için ek kutu almanız şart olacak. Satış mağazalarındaki yetkililerin büyük bölümünün bilmediği bu ayrıntıya dikkat etmenizi öneririm. Gerçi sayısal karasal yayını izleyip de ne yapacağım derseniz ona verecek doyurucu bir yanıtım yok :)

Televizyon internet buluşmasında öne çıkacağını düşündüğüm bir firma / uygulama ise Google'ın Google TV'si. Cep telefonlarında çığır açan, hesapları değiştiren Android işletim sistemi / geliştirme ortamını üretip piyasaya sunan Google, Google TV ile aynı etkiyi yapmaya hazırlanıyor. Önümüzdeki yıl Avrupa'da kullanılmaya başlayacak Google TV ile yayın sektöründe hesaplar değişecek. Google TV demosu ve ayrıntılı bilgileri içeren videonun bğlantısını aşağıya kopyaladım. Son olarak Youtube'un da Google şirketi olduğunu hatırlatayım...

Perşembe, Ağustos 25, 2011

Sofi / Çınar Yaylalı

İzinli geçirdiğim bir öğleden sonrasında kendimi Kızılay sokaklarına bıraktım. Anı kitaplarında okuduğum eski Kızılay ile benzer yanı kalmamış olsa bile severim Kızılay'ın sokaklarını. Özellikle Karanfil ve Konur sokakların yeri başkadır. Konur sokakta İmge, Dost ve Turhan kitapevlerinde takip ettiğim dergileri karıştırmak, Mülkiyelilerde sokağın sesi eşliğinde oturmak... Mülkiyelilere geçmeden önce Turhan kitabevinin geniş dergi standında rastladım Sincan İstasyonu adlı edebiyat dergisine. 5 yıldır çıkmaktaymış. Hayal meyal dergi ile ilgili çıkan bir yazıyı hatırladım. Yazıyı okuduğumda dergiyi almayı düşünmüş sonra unutmuştum.

Mülkiyelilerde derginin sayfalarını karıştırırken rastladım Sofi'nin reklamına. Tam sayfa verilen reklamda, kitabın kapağının fotografı ve tanıtıcı küçük bir metin konulmuştu. Metnin, kitabın arka kapağında yazılı olduğunu, kitabı satın alınca öğrenmiş oldum. Metinde, algıda seçicilik bu olsa gerek dedirten, anahtar kelimeler gözüme çarptı: ODTÜ, elektrik. Kitabın yazarı Çınar Yaylalı 1964 mezunu bir meslektaşım, aynı zamanda okuldaşım. Çınar Bey mezun olduğunda benim doğmama 10, ODTÜ'den mezun olmama ise 31 yıl varmış. Kitabın tanıtım yazısında şu cümleler ise çok sevimli gelmişti: "O'nu kendi çocukları gibi gören iki çocuğu var. 1969'da evlendiği dünyalar güzeli eşi, büyük bir özveri ile hala ona tahammül ediyor."

Mayıs 2011'de Ürün Yayınları'ndan çıkan Sofi, 199 sayfalık bir öykü kitabı. Kitap, öykü kitabı olarak adlandırılsa bile öykü formatının dışında yazılar da mevcut. Hayatını farklı şehirlerde çalışarak geçirmiş Yaylalı, Sofi'de İtalya'da geçen dönemde yazdığı yazılara yer vermiş. Bunlar arasında çok başarılı bulduğum Sofi ve Hidayet Bey başlıklı öyküler de var, Mascarpone, Bugatti gibi bilgilendirici yazılar da var. Yazılar da öyküler de sürükleyici bir dil ile kaleme alınmış. Kitaptaki bir yazıdan öğrendiğimize göre Yaylalı, dili iyi kullanma konusunda özel özen gösterenlerden. Kitabın başındaki Pronto adlı öyküsünü, İtalya ile iş yapanların mutlaka okuması gerekir. Her edebi eser, gerçeğin yazarca yorumlanmasıdır mutlaka ancak bu öykünün tamamen gerçeği yansıttığını düşündüm okurken.

Çınar Yaylalı'nın önsözünü de bu tanıtım yazısına alıntılamak istedim. Ocak 2011'de Atirau - Kazakistan'da kaleme aldığı satırlarda Yaylalı şöyle demiş:

"Yazılarım İtalya'dan ve İtalyanlardan bahseder. Yazılarda adları geçenlerin İtalyan olmaları yalnızca hoş bir rastlantı. Ama öykülerimde herkes kendinden bir şeyler bulacaktır. Öyleyse düzelteyim, yazılarım insanlardan bahseder. 

Aslında İtalyanlar diye bir şey yoktur, tıpkı Cezayirliler, Türkler, Almanlar, Fransızlar, Çinliler diye bir şey olmadığı gibi. Onun yerine dünyada yaşayan insanlar vardır, Orhun Volfgang, Antuan, Bekir, Lien-Vu gibi. İnsanlar geçici bir süre için farklı ulusal yapılara bölünmüşler, tekrar bir araya gelecekleri günü sabırsızlıkla bekliyorlar. 

İnsan olmanın erdemine varmış insanları saygıyla selamlarım." (s.7)

Kitabın Motosikletliler başlıklı öyküsü ise benim favorim oldu. Neden favori öyküm olduğunu merak edenler için Çınar Yaylalı'nın kitabını edinmelerini önermekten başka yapabileceğim bir şey yok. Hızlı kitap okuyan birisi değilim. Buna karşın Sofi'yi iki saatte bitirdim. Kitabı almayı düşünenler için küçük bir uyarı. Kitabın adını SOFJ şeklinde yazmışlar kapağına. Kapağın fotografını sayfama ekledim. Oradan da görebilirsiniz. İç kapakta ve kitaba ismini veren öyküde doğru ismin Sofi olduğu anlaşılıyor. Ürün yayınlarının web sayfasında ise Sofj olarak belirtilmiş kitabın adı. Umarım satışlarını olumsuz etkilemez bu durum...

Pazartesi, Ağustos 15, 2011

İletişim ve Teknoloji / Haluk Geray

Kitabın tam adı yazının başlığında kullandığım bölümünden daha uzun aslında: İletişim ve Teknoloji Uluslararası Birikim Düzeninde Yeni Medya Politikaları. Geray, iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ile birlikte ortaya çıkan yeni dünya düzenine, benim gibi teknik insanların pek aklına gelmeyen boyutuyla yaklaşıyor. Yeni medyanın bugünlerde sıklıkla tartışılan kapitalizm krizlerini aşmak için kullanılan araçlardan birisi olması, kitabın ana konusunu oluşturuyor. Ütopya yayınlarından Ocak 2003 yılında çıkan kitap, 215 sayfa ve 10 bölümden oluşuyor.

Taş tabletlerden papirüslere uzanan süreçte dünyanın ve iletişimin geçirdiği aşamaları herkesin anlayacağı bir dille kaleme alan Giriş bölümü, konunun bu boyutuna yabancı olanları kitaba hazırlıyor. Yeni medya nedir ile başlayan kitap, ekonominin geçirdiği dönüşüme dikkat çekerek bu dönüşümün iletişim dünyasına etkilerini irdeliyor. Merkez ülkelerin çevre ile ilişkileri, yeni medya alanındaki yaklaşımları açıklayıcı nitelikte olduğu, kitap ile somut şekilde gözler önüne seriliyor. Bu anlamda kitabın Ekonomide Yeniden Yapılanma başlıklı dördüncü bölümü ile (s.62-73) ve İletişimde Serbestleşme Politikaları başlıklı beşinci bölümü (s.74-97) oldukça aydınlatıcı.

Haluk Geray, TÜBİTAK'a bağlı Bilgi Teknolojileri ve Elektronik Enstitüsü tarafından hazırlanan Türkiye Ulusal Enformasyon Altyapısı Anaplanı (TUENA) çalışmasında danışman olarak görev yapmış. Ülkemizin enformasyon altyapısı konusunda hazırlanmış bu önemli çalışmanın önerilerinin ne derece uygulandığı, Geray'ın kitabında irdelenmiş. TUENA'nın sonuç raporuna buradan erişebilirsiniz. TUENA ile birlikte ülkemizin bilgi teknolojileri konusunda tarihçesine bakmak isteyenler için Devlet Planlama Teşkilatı'nın Bilgi Toplumu Dairesi Başkanlığı'nın web sayfası iyi bir kaynak.

Pazartesi, Ağustos 08, 2011

Ruhumu Öpmeyi Unuttun / İnci Aral

İnci Aral'ın öykülerini okumaya devam. 2006 yılında yayınlanan Ruhumu Öpmeyi Unuttun adlı kitapta 10 öykü yer alıyor. Kitabın başındaki sunuş yazısında Aral, "bu kitaptaki öykü kişilerinin ortak noktaları, hayatlarının bir döneminde ölümle ilgili olağandışı bir deneyim yaşamış olduklarına inanmalarıdır" demiş. Bu sunuş yazısını okuduktan sonra heyecanlandım. Aral'ın diğer öykü kitaplarından farklı bir kitap ile karşı karşıya olduğumu anladım. Kitabı okudukça, bu tespitim doğruluğunu gördüm. Alaca karanlık kuşağı öyküleri tadında öyküleri okuyarak, hayal mi gerçek mi bilemeden sayfaları çevirdim. Kitap, 10 öyküden oluşuyor. Her öyküde yeni bir olay ile karşılaşmıyoruz. Kimi öyküler birbirinin devamı niteliğinde. Pembe kayışlı saat başlıklı öykü, Aral'ın başından geçen bir olaya ilişkin. Bu olay gerçekten yaşandı mı merak ettim okurken. Önemi var mı gerçekliğinin o da ayrı bir soru tabii. Alın Yazısı, trajikomik bir öykü. Heyecanla sonuna kadar okutup, aslında alın yazısının değişmezliğini vurguluyor belki de.

Beni en çok etkileyen öykü ise hiç şüphesiz Gelecek başlıklı olanı. Aşağıda alıntıladığım paragraftakine benzer hayatım olmadığı için kendimi şanslı sayıyorum. Anlatılan hayatın benzerini yaşayan çoğunluğu düşününce içim kararıyor. Oysa biraz özen göstersek, çok zor değil farklılaştırmak. Televizyonu hayatımızdan çıkartarak başlıyabiliriz işe. Neyse, Aral'ın güçlü kaleminden çoğumuzun sıkıcı hayatından bir kesit. Başarısız intihar girişiminden sonra hafızasını yitiren Turgut, karısına bakarken düşünür:

"En az kadının yaşında bir devlet memuruyum. Üç kuruş aylıkla ailemi geçindirmeye çalışıyorum. Karım çalışmıyor, sıkı bir ev ekonomisi uyguluyor. Bu kıyı mahallede, bu kötü evde oturuyoruz. Oğlan okumak istemiyor. Geceleri horluyorum. Karımla hafta bir, adet yerini bulsun diye yatıyorum ve bankadaki kızları dikizliyorum. Akşamları ay çekirdeği yiyerek televizyona bakıyoruz. Her şey, her zaman çok sıkıcı, yaşamak acıklı-gülünç bir oyun ve...

Ölümüm uzun sürecek görünüyor..." ( s.98)

"Filiz Hiç Üzülmesin" / Filiz Ali

"Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanların pabucunu yalayan ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika'ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da cefakeş milletimizdir. Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara yatırmadık, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracak: 'Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor...' Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalıydı. Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen bu millet de namuslu"

25 Kasım 1947 tarihli Ali Baba'nın ilk sayısında Sabahattin Ali'nin yazdıkları yukarıdaki metin. "Filiz Hiç Üzülmesin" Sabahattin Ali'nin Objektifinden, Kızı Filiz'in Gözünden Bir Yaşamöyküsü adlı kitap, Sel yayınlarından 1995'te çıkmış. Yapı Kredi Yayınları, Haziran 2011'de genişletilmiş baskısını yayınlamış. Sert karton kapaklı, 157 sayfalık kitap beni derinden etkiledi. Başın öne eğilmesin, benim meskenim dağlardır gibi bestelenmiş şiirleriyle bir çoklarının tanıdığı Sabahattin Ali'nin pek bilinmeyen hayatını anlatıyor kızı. Bu kadar kısa bir ömre bu kadar çok şey sığdırmak karşısında hayran kaldım.

Ankara'nın 1940'lardaki haline dair pek çok fotograf karesi ile süslenmiş kitap. Sabahattin Ali, şairliğinin yazarlığının dışında ödüllü fotografları da olan çok yönlü bir sanatçıymış. Otomatik makinesi ile kendi portrelerini de çekmiş. Karanfil sokaktaki Adalar apartmanını, fırsat bulduğum ilk gün arayacağım. Muhtemelen halen ayaktadır bu bina. Binayı bulabilirsem terasından bugünün Ankara'sını fotograflayacağım. Bu teras, Ali ailesinin bir dönem yaşadığı evmiş. Ülkenin geçmişine dair okudukça, ileride bugünleri okuyanların düşüneceklerini düşünüyorum. Karmaşık bir cümle oldu farkındayım. Olsun varsın, sen anladın onu!

Cuma, Ağustos 05, 2011

Medya Denetimi / Noam Chomsky


Everest yayınlarının siyaset serisinden çıkmış, 62 sayfalık bir kitapçık Medya Denetimi. Benim okuduğum Şubat 2008'de yapılmış ikinci baskısıydı. İlk baskısı Haziran 2005 tarihli. Kitapta Chomsky'nin toplumu etkileme, yönlendirme, şekillendirme yöntemleri üzerine yazdığı 10 makale var. Makalelerde dünyanın süper gücü olarak nitelendirilen ülkede halkın nasıl yönlendirildiği örnekleriyle anlatılıyor. Bu bağlamda körfez savaşı sürecine değiniliyor. Halka ilişkiler biliminin ortaya çıkışı, televizyon ve futbol gibi geniş kitleleri oyalayabilecek araçların nasıl kullanıldığı, halkın sadece seçim dönemlerinde hatırlandığı bir sürecin demokrasi olarak adlandırılması makalelerde sorgulanıyor.


Medyanın ne kadar önemli bir güç olduğunu somut örneklerle gösteren kısa ama etkili bir eser.

Perşembe, Temmuz 28, 2011

Sevginin Eşsiz Kışı / İnci Aral

"Akşam yemeğini ocağa koyduğunda her şey toplanmış, temizlenmiş, yerini bulmuş olurdu. Öğle sonundan akşamüzerine kadar sürecek ve çocuklar okuladan geldiğinde yeniden bozulmaya başlayacak olan o kısa süreli düzeni sağlamak için yaşadığını düşünürdü çoğu zaman Solmaz. Ama bu süre kendisi için vazgeçilemeyecek bir önem taşıyordu. Yalnızca kendisi için yaşayabileceği birkaç saat vardı önünde şimdi." (Sevginin Eşsiz Kışı, s.111) 

Yukarıda alıntıladığım paragraf Sevginin Eşsiz Kışı adlı öykü kitabının Kutu isimli öyküsünden. Hangimiz hayatımızın farklı olduğunu ileri sürebilir ki? Evde oturup çocuk bakmıyorum diyenler, çocuğun yerini iş ile değiştirip yeniden okuyabilir paragrafı. Ya da işe gitmiyorum öğrenciyim diyenler dersleri koyabilir mesela. Demem o ki hepimiz hayatımızın büyük bölümünü zorunlu olmadıkça yapmayacağımız şeyleri yaparak, kendimize, ama sadece kendimize, ait kısacık zaman dilimlerine kavuşmak için yaşıyoruz. Peki buna birisi mi zorladı bizleri? İşe, okula, ilişkilere girmek için kendimiz mücadele etmedik mi? Halen sürdürebilmek uğruna bu yaşantıyı, canını dişine takıp çabalayan başkası mı?

İnci Aral'ın 1986 yılında ilk baskısını yapan 7 öykülük bu kitabı, yukarıdaki sorulara yanıt vermiyor. Aslında Aral, ilişkiler üzerine yazılmış öykülerle dolu kitabında bu soruları doğrudan sormuyor. Özenli dili, akıcı anlatımı ile düşündürüyor, sorgulatıyor. Fırtınakuşu başlıklı öykü, beni en çok etkileyen öykü oldu. Böylesi ilişkilerin yaşandığını bilmek etkiledi beni belki de. eyse, Aral okumaya devam...

Çarşamba, Temmuz 27, 2011

Uykusuzlar, İnci Aral

İnci Aral'ın yazdıklarını okumaya devam ediyorum. Aral'ın yayınlanmış tüm eserlerini okumak gibi bir hedefim var. Bu bağlamda sahaf ziyaretlerimde, Ankara'da halen "sahaf"lar var, İnci Aral'ın eserlerinin ilk baskılarını arıyorum. Nedense sahaftan edindiğim kitapları okumak daha fazla keyif veriyor. Okuduğum kitaba not düşülmüşse hele. Neyse, Uykusuzlar'a dönersem, Aral'ın kaleminin gücünü ve hayattaki duruşunu en somut şekilde ortaya koyduğu bir öykü kitabı bence. Uykusuzlar'ın ilk baskısı 1984 yılında yapılmış. Yani darbeden 4 yıl sonra, 1983 seçimlerinden ise sadece 1 yıl sonra. 7 öykü var kitapta. Mehmet Kaptan, Karanlığa Kumru Nakışıdır, Ağrılı Kapısında Gecenin başlıklı öykülerin konusu doğrudan işkence, kayıplar, baskılar, hapislik, acılar. Kitabın yayınlandığı tarihi göz önüne alınca fazla söze gerek kalmıyor. Mehmet Kaptan'da dört yaşındaki bir çocuğun babasının hapisliğini algılayışı öykülenmiş. Seçilen imgeler çok etkileyici. Karanlığa Kumru Nakışıdır'da anlatılan gözaltı / işkence süreci, Aral'ın özlediğim etkileyici dilinin tüm güzelliklerini barındırıyor. Ağrılı Kapısında Gecenin'i okuyunca aklıma Vedat Türkali'nin yıllar önce okuyup etkisinden uzun süre kurtulamadığım Tek Kişilik Ölüm romanı geldi. Öyküler arasında en beğendiğim olanı ise Karanfil Saksılarda başlıklı olanı. Olup biteni zaman çizgisine uygun anlatmıyor Aral Karanfil Saksılar'da. Farklı kişiler, farklı zamanlar, geri dönüşler, üstü kapalı ifadeler. Okuyucudan istiyor, özen istiyor ama karşılığını fazlasıyla veriyor.

Gelelim Uykusuzlar'daki beklemediğim sürprize. Uykusuzlar'ın son öyküsü Güz Yaprağı isminde. 53 sayfalık uzun bir öykü. Uykusuzlar'ın tümü zaten 150 sayfa, yani son öykü kitabın üçte birini oluşturuyor. Öykü, yıllar sonra Aral'ın yayınladığı son roman Şarkını Söylediğin Zaman'ın çekirdeğini oluşturmuş.  Son romanı Şarkını Söylediğin Zaman'ı yayınlandıktan kısa bir süre sonra okuyup, sayfama şu notu düşmüştüm. Güz Yaprağı, Şarkını Söylediğin Zaman'ın geri dönüşlerle anlattığı geçmiş hikaye. Güz Yaprağı'nın küçük kızının seneler sonra annesine aşık sınıf arkadaşı ile karşılaşmasını okuyoruz son romanda. Her iki kitabı okumayanları düşünerek öykünün ayrıntılarından kaçınacağım. Böylesi bir sürpriz Uykusuzlar'ı okumanın keyfini bir kat daha arttırdı. İnci Aral ile henüz tanışmamış olanlara hararetle tavsiye edeceğim bir eser Uykusuzlar. Keyifli okumalar...

Çarşamba, Temmuz 20, 2011

Radyo Veri Sistemi - Radio Data System (RDS)

Temmuz ayı yazılarında söz verdiğim radyo veri sistemine (RDS) ilişkin yazı, sonunda karşınızda. Aslında bu yazıyı yazıp yazmamak konusunda kararsız kaldım uzun süre. Sebebi bu kez tembellik değil. Ülkemizde RDS'in hemen hemen hiç bir özelliği kullanılmıyor. Böylesi bir durumda yazıda bahsedeceğim bir çok konu havada kalacak.  Gene de, arabaların radyolarında işlevsiz olarak görülen PTY/AF/TA gibi tuşların ne işe yaradığını anlamaya yardımcı olması umuduyla yazdım.

Program Service (PS) Name = Program Hizmet Adı: Sekiz karakterlik bu alanda ya istasyonun adı ya da sloganı yer alıyor. RDS hizmeti vermeyen bir istasyona gelindiğinde ekranda istasyonun frekansı yer alıyor.

Alternate Frequency (AF) Switching = Alternatif Frekansa Anahtarlama: Bu özelliğin kullanımı için aynı yayını farklı frekanslardan yapan vericilerin bulunması gerekiyor. Radyo, en güçlü sinyalin geldiği verici otomatik olarak seçer. Özellikle yol güzergahı boyunca farklı frekanslardan yayın yapan vericilerin olduğu durumlarda işe yarayan bir özellik. Örneğin TRT FM yayınını dinleyen birisi, radyosunun AF tuşuna bastı ise, yol boyu ilerlerken TRT FM yayınının frekansı değişse bile yayını dinlemeye devam eder.

Program Identification (PI) Code = Program Tanımlama  Kodu : Bu kod, radyo alıcısının yayınları belirleyebilmesi için gerekli bir koddur. Her yayıncıya ait bir kod bulunmaktadır ve bu kod her yayıncı için özel olarak belirlenmiştir. Örneğin AF özelliği, PI kodu sayesinde çalışır.

Traffic Program (TP) / Traffic Announcement (TA) = Trafik Programı / Trafik Anonsu: Bu özellik, ülkemizde hiç bir dönem kullanılmamış olan özelliklerdendir. Trafik anonsu geldiğinde radyonun bu anonsu yapan sitasyona otomatik olarak geçmesini sağlar. İşin doğrusu TMC sonrası TA / TP'nin ne kadar kullanıldığını ben de merak ediyorum. Özellikle ulusal yayın yapan radyolar için pek kullanılabilir bir özellik gibi görünmüyor.

Radiotext = Radyo metni : Alıcının 32 - 64 karakterlik metinleri görüntülemesini sağlar. Şarkıcı / şarkı ismi gibi ek bilgiler bu radyo metni alanı ile iletilir.

Program Type (PTY) Display = Program Tipi Ekranı: 31 adet önceden belirlenmiş program tipinden hangisine ait bir yayın yapıldığının iletildiği alandır. Bildiğim kadarıyla ülkemizde bu özellik de hiç kullanılmamıştır. PTY kullanarak, seçilen tipteki yayınları otomatik bulmak olanaklıdır aslında. Ancak, yayıncının yaptığı yayına ait PTY alanını doldurmuş olması gerekir.

Program Type Name (PTYN) Display = Program Tipi Adı Ekranı: PTY'de 31 önceden belirlenmiş yayın tipi olmasının getirdiği kısıtlılığı azaltmaya yönelik 8 alfanümerik karakterden oluşan bir alandır. PTY olarak "Rock" seçen bir yayıncı PTYN olarak "Turkce" seçebilir mesela.

Pazartesi, Temmuz 18, 2011

Çocukluğun Soğuk Geceleri / Tezer Özlü

Geçen aylarda Yapı Kredi Yayınları'nda (YKY) ayın yazarı olarak Tezer Özlü seçilmişti. Ayın yazarının kitaplarının indirimli olarak satıldığı YKY, daha önce okumadığım yazarlarla tanışma olanağı sunuyor. Özlü ile tanışıklığıma böyle bir kampanyanın vesile olması üzücü. Bu kadar geç kalmamalıymışım. Çocukluğun Soğuk Geceleri, 1980 yılında yayınlanmış ilk olarak. Benim aldığım Ocak 2011 tarihli, YKY'dan 16. baskısı.  1943 doğumlu Özlü, 43 yaşındayken yakalandığı kanser nedeniyle vefat etmiş. Yaşarken yayınladığı üç eserinin yanı sıra vefatının ardından mektupları, yayınlanmamış öyküleriyle birlikte YKY'da7 eseri bulunuyor.

Roman olarak tasniflenmiş Çocukluğun Soğuk Geceleri, 65 sayfa. Dört bölümden oluşuyor. Öz yaşamına dair anlatılarla ilerleyen kitapta aynı paragraf içerisinde bile farklı zaman dilimlerinden bahsediliyor. Bu anlamda kısa bir kitap olmasına karşın okuması zaman alıyor. Bu zaman-mekan farklılıklarını takip dikkat istiyor. Özlü'nün kitap boyu anlattıkları içimi burktu. Özellikle, kitapta adı konmamış olsa bile, çift kutuplu duygu durum bozukluğuna karşı uygulanan tedavi çok can sıkıcı. Psikiyatrist değilim. Tıp eğitimi de almadım. Ancak meraklı bir okur olarak günümüzde bu hastalığın tedavisinin, kitapta anlatılanlar gibi yapılmadığını sanıyorum. Yaratıcı insanların tedavi ile yaratıcılıklarının nasıl etkilendiğine ilişkin de çeşitli tartışmalar olduğunu okumuştum. Neyse, bu tartışmaları bilenlere bırakıp kitaba geri döneyim.

65 sayfalık bir kitabın beni bu kadar etkileyeceğini tahmin edemezdim. Gereksiz bir kelime bile yok kitapta. O kadar az satırla hayatını özetlemiş ki Özlü, hayran olmamak elde değil. Anlattığı kimi hikayeler bana da çok tanıdık. Pazar günü ev hali mesela. Banyo günü, kauçuklu oturma odaları. Sabahları ailecek evden çıkılıp herkesin okula gittiği aile düzeni. Neyse ki tanıdık gelen bölümler bunlarla sınırlı. Tezer Özlü'nün diğer kitaplarını da almıştım neyse ki. Sıra onları okumaya geliyor...

Cuma, Temmuz 15, 2011

Büyücüler / Levent Mete

Can Yayınları'ndan 2003 yılında ilk baskısını yapmış Büyücüler. Levent Mete'den okuduğum diğer kitaplarla kıyasladığımda çok daha grift ve zor okunan bir roman. Gerçeküstü bir hikaye ve zaman içerisinde yolculuklarla bezenmiş olmasından kaynaklanıyor bu zorluk. Aşk Hastalığı, Mete'nin en beğendiğim kitabı olmayı sürdürüyor. Kafanızın karışık olmadığı bir zaman diliminde (böyle bir zaman bulabilirseniz tabii) elinizden bırakmadan okumanız gerekli. Bu mevsimin kitabı olmadığı kesin.208 sayfalık kitabı bitirmem bir haftadan fazla sürdü.

Gazete Solfasol

1 Mayıs 2011'de yayın hayatına başlayan, aylık Ankara gazetesi. Üyesi olduğum meslek odasının haberleşme listesine gönderilen ileti ile haberdar oldum kendisinden. İletide abone olarak desteklenebileceği de yazılıydı. İşin doğrusu, takip ettiğim gazete ve dergilere abone olmaktansa her ay gidip bayiden satın almak daha keyif verici geliyor bana. Gerçi takip ettiğim kimi dergilerin yayın tarihi pek belli olmuyor. Kimilerini ise her bayi satmıyor. Gene de bayiden almaya devam.

Bu gereksiz giriş bölümünden sonra gelelim Solfasol'de neler olduğuna. Belki bilmeyenler için Solfasol'un Ankara'nın kuzeyine doğru giderken (Havaalanı yolu) Aydınlıkevler ve Hasköy semtlerinden sonra gelen bir gecekondu mahallesi olduğu bilgisini vereyim. İnternetteki bilgilere göre Hacı Bayram Veli'nin doğduğu yermiş. Zaten bilenler hatırlayacaktır havaalanı yolu üzerinde Hacı Bayram'ın doğduğu evi gösteren bir levha da var. Eski adı 'zülfazıl'mış. Sonradan neden solfasol olmuş ben bulamadım. Gazete Solfasol'de Ankara var. Mesela son sayısının orta sayfalarını Tunalıhilmi caddesinde bebek arabasıyla 500 metre gitmeye çabalayan bir çiftin fotograflı maceralarına ayırmışlar. Ankara kaldırımlarını, kaldırım-yol bağlantı noktalarına park etmiş arabalarını, bebek arabasıyla yol kenarında beklerken gözünüzün içine bakıp devam eden anlayışlı sürücülerini yakından tanımışlardan olarak bu yazıyı çok beğendik. Sonra Serdar Akar ile Behzat Ç. üzerine bir söyleşi var. Serdar A.'da eski Ankaralılardanmış meğer. Bir de sürpriz önümüzdeki sezon Behzat komserim 'Solfasol la' derse şaşmayın. Söyleşiyi yapanların ricasını kırmayacaklar sanırım. Behzat'ın filminin vizyon tarihi de belli olmuş. 28 Ekim 2011'de bu kez beyazperdede Behzat'ı izleyeceğiz.

Gazete Solfasol'ü Arkadaş yayınevinde bulabilirsiniz. Dergilerin satıldığı bölüme koyuyorlar.  Abone olmak isteyenler abone AT gazetesolfasol.com adresine ileti gönderebilir.

Yazıyı Gazete Solfasol'un 3. sayısının ilk sayfasında yer alan Cemal Süreya'nın 555k isimli şiirinin son bölümü ile bitireyim:

"...

biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”

Cuma, Temmuz 08, 2011

Yaşadığınız şehirde hangi radyo hangi frekanstan yayın yapıyor?

Başlıktaki soruyu meraj ediyor musunuz? Yanıtınız "evet" ise Radyo Televizyon Üst Kurulu'nun web sayfasındaki sorgulama ekranını kullanarak merakınızı giderebilirsiniz. Türkiye'nin tüm illerindeki FM bandından yayın yapan tüm radyo istasyonlarını ve frekanslarını listeletmeniz olanaklı. Merak edenler için benim yaptığım bir kaç listemenin sonucunu yazayım.

Sorgulamalara göre Ankara'da (ilçeler dahil) 104, İstanbul'da 109, İzmir'de 116, Antalya'da 112 radyo istasyonu yayın yapıyor. 87,5 ile 108 MHz frekansları arasına yayılmış durumda bu radyolar. Aynı frekanstan yayın yapan birden fazla istasyon görebilirsiniz listede. Dikkatli incelediğinizde, yayınların farklı ilçelerden yapıldığını göreceksiniz.

Büyük kentlerdeki yayıncı sayıları beni şaşırttı açıkçası. Antalya ve İzmir, Ankara ve İstanbul'u geçmiş. Bir başka şaşırtıcı durum küçük illere göz attığımda ortaya çıktı. Tunceli, Artvin, Ardahan gibi illeri sorguladığımda TRT'nin yanı sıra Samanyolu (Burç FM) ve Türkiye Polis Radyosu'nun yayınları olduğunu gördüm. İşin doğrusu özellikle Polis Radyosu'nun yayın ağının bu kadar geniş olduğunun farkında değildim. Yeni RTÜK kanunu sonrası TRT dışındaki kamu kurumlarının yayınlarının nasıl yapılacağı konusu kafaları karıştırdı. Uygulamada şimdilik bir farklılık görünmüyor. Bekleyip göreceğiz.

İlgili sorgu ekranının bağlantısı şöyle:

http://www.rtuk.org.tr/sayfalar/IcerikGoster.aspx?icerik_id=a13546e2-8014-4c12-875c-3905b225f789

Cumartesi, Temmuz 02, 2011

Ölüm Pornosu / Chuck Palahniuk

Döğüş Kulübü (fight club), bir çoklarının en beğendiği filmlerin başında gelir. Filmi sevenler oyuncularını hatırlar ancak filmin kaynağı olan aynı isimli kitabın yazarının Chuck Palahniuk olduğunu bilenler fazla değildi. 1962 doğumlu Amerika'lı yazar Palahniuk'un Snuff isimli 2008 yılında yayınlanan romanı, Funda Uncu'nun çevirisi ile 2011 yılında Ayrıntı yayınlarından çıkmış. Benim okuduğum kitabın 2011'de yayınlanan ikinci baskısıydı. 191 sayfalık orta uzunluktaki roman Cassie Wright adlı eski porno yıldızının 600 erkekle birlikte olacağı bir son film çekimi boyunca 600 erkeğin üç tanesi (72, 137 ve 600 numara) ile oyuncu asistanı Sheila'nın anlattıklarından oluşuyor. Dört farklı karakterin anlattıklarına Cassie'nin geçmişini de katarsak, 5 karakterin hayatlarından kesitlerle erkek egemen dünyayı sorguluyor yazar. Karakterler rastgele seçilmemiş elbette. Roman, sinema dünyasına ilişkin gerçek bilgilerle zenginleştirilmiş. Kitabın argo dilinin, anlatılanlar göz önüne alındığında doğal olduğunu düşünüyorum. Kitabın 33. sayfasında yer alan aşağıdaki satırlardaki tespitlere ben de katılıyorum. Porno düşkünlerinden söz ederek:


"...VHS'nin, Beta teknolojisinden iyi olduğuna karar verdiler. Evlerine, o zamanlar pahalı olan ilk jenerasyon interneti getirdiler. Bütün internet ağını mümkün kıldılar. Yalnızlık paralarını internet sunucularına yatırdılar. Çevrimiçi porno filmleri satın aldıkları için satın alma teknolojisi ve tüm o güvenlik duvarları oluşturuldu, ki bu duvarlar eBay ve Amazon sitelerinin kurulmasını olanaklı kıldı." s.33


Aynı sayfadaki bir bilgide ise hata var. Belki çeviri sırasında ortaya çıkmıştır. Kitapta "..dünyadaki en üstün yüksek çözünürlük teknolojisinin Blu-ray değil, HD olduğuna karar verdi." denilmiş. Oysa söz konusu teknoloji yarışı blu-ray ile hd-dvd arasında yaşanmıştı. Söz konusu olan yüksek çözünürlüklü filmlerin saklanması ve oynatılmasıyla ilgiliydi ve mücadelenin galibi blu-ray olmuştu. Yayın dünyasında çalışan bir teknik personel olmanın getirdiği algıda seçicilik. Kitabın içinde zerre kadar önemi olmayan bu hatayı görünce belirtmeden geçemedim :)


Kitabın adını internette aradığınızda karşınıza Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu'nun kitap hakkında hazırladığı bilirkişi raporu, İstanbul Basın Savcılığı'nın açtığı soruşturma ile ilgili haberler çıkıyor. Bu duruma ilişkin yorum yazmaya gerek yok diye düşünüyorum.

Dağın Ardına Bakmak / Bejan Matur

Bejan Matur, Kahramanmaraş doğumlu, Ankara Hukuk Fakültesi mezunu bir şair / yazar. Kendisini 2011 tarihli son kitabı Dağın Ardına Bakmak ile tanıdım. Kitap, Zaman gazetesinde yayınlanmış yazı dizisinden oluşturulmuş. Timaş yayınlarından çıkan kitap, 2011 tarihli. Zor bir coğrafyanın zor sorunlarından birisiyle, belki de en zoruyla ilgili. Adına ne koyarsanız koyun, ülkenin yıllardır süregelen sorununa dair bir çok kitap yazıldı, daha bir çoğu yazılacak. Matur'un söyleşilerden, kendi değerlendirmelerinden oluşturduğu kitabın en önemli farklı dağın ardına bakmasında yatıyor.


Dağa çıkıp hayatını yurt dışında geçiren, dönüp hapis yatıp tahliye olanlar ve hali hazırda dağda bulunanlarla yapılan söyleşilerden oluşan bölümleri anneler ile söyleşiler ve Matur'un değerlendirme yazıları izliyor. Olaylara bir de dağın ardından bakmak isteyenler için zor bulunacak bir kaynak.

Salı, Haziran 28, 2011

İmha Planı, Medya Nasıl Çökertildi / Oray Eğin

Kitabın kapağında bir de ÇOK GİZLİ damgası var. Çok gizli damgasıyla birleşince gizli, hem de çok gizli bir operasyonun ayrıntılarını okuyup, "şoke" olacağınızı zannediyorsunuz haliyle. Oray Eğin, Akşam gazetesinde köşe yazarı. Yazılarını zaman zaman okuyorum. Kitabını alıp almama konusunda epey kararsızlık geçirdikten sonra medya, imha kelimelerinin etkisiyle aldım ve okudum. Son sözü baştan yazayım: dedikodu okumayı severseniz alın okuyun. Yoksa ciddi bir zaman kaybı. Kendi adıma ben dedikoduları, özellikle yazılı / görsel basındaki dedikoduları okumayı severim. Bu nedenle kitabı aldığıma da okuduğuma da pişman değilim. Bölümlerden oluşan kitap, konu bütünlüğünü de koruyamamış. Adına bakınca, düzenlenmiş bir operasyondan bahsedileceğini zannetmek doğal. Ancak kitapta basındaki türbanlı yazarlardan, Hasan Cemal'in Cumhuriyet gazetesindeki genel yayın yönetmenliği dönemlerine, Taraf gazetesinin kuruluşundan TRT'de kimin program yaptığına uzanan konular yer almış. Eğin, Ertuğrul Özkök'ü yere göğe sığdıramazken Oya Baydar'a "poster kızı" diyen bir kitap zaman zaman sinirlerinizi fena bozabilir.


İmha Planı, Medya Nasıl Çökertildi, Destek Yayınlarından çıkmış. İlk baskısı Nisan 2011'de yapılmış. Benim okuduğum 8. baskısıydı. Bu arada gazetelerin Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları döneminde sahipliğine ilişkin bir inceleme yazısını Sebest Siyasa isimli blogda okuyabilirsiniz. Yazının adresi şöyle:


http://serbestsiyasa.com/?p=1074


Cumartesi, Haziran 25, 2011

Çocukların saçlarının kesilmesi

Malum havalar ısındı. Bana her ne kadar bahar gibi gelse bile, yazın ilk ayı bitiyor. Isınan hava enseleri yakıyor. Hal böyle olunca, artık 2 yaşını dolduran ikizlerimizin saçlarını bir uzmana emanet etmek gerekliliği ortaya çıktı. Bu işi kimler yapar nasıl yapar diye düşünürken e-Bebek'te gördüğümüz araba şeklindeki berber koltuğu geldi aklımıza. Çukurambar semtindeki e-Bebek mağazasında çocuk kuaförü hizmeti veriliyor. Araba şeklindeki koltuğun emniyet kemeri de var. Karşıdaki süslü aynaya bakarken önünde bir kaç çeşit oyuncak oyalanmalarını sağlıyor. Bizim kızların biri keyifle saçını kestirdi. Koltuğunda oturup kuaför abisinin talimatlarına büyükmüşcesine uyarak. Diğer kızımız ise benim kucağımda dururken traşını oldu. Bu güzel hizmet için e-Bebek'e, afilli traşı için Ali's Kuaför'den Balamir abimize teşekkür ederiz.

E-bebek, online ürün satan bir yer. Ancak zincir mağazalara da sahip. Ankara Çukurambar'daki mağazanın iletişim bilgileri şöyle:

Adres: Çukurambar 1425. Cadde No:17 Ankara

Telefon: 0 312 284 73 34

Çarşamba, Haziran 22, 2011

RTÜK Kablo ve Uydu yayınları için yönetmelik yayınladı. Geçen yıl yayınlanan IPTV Yönetmeliği tarih oluyor

Yazının başlığı uzun oldu. Daha kısa başlıklar konunun önemini yeterince açıklayamaz endişesiyle böyle oldu. Artık kusuruma bakmayın. Konunun önemi, son kullanıcı olan siz televizyon izleyicilerini de bir ölçüde ilgilendirmesinden kaynaklanıyor. Malumunuz olduğu üzere Radyo Televizyon Üst Kurulu geçtiğimiz yaz IPTV yayınları ile ilgili bir yönetmelik yayınlamıştı. Bu yönetmeliğe ilişkin değerlendirmelerimi hem blog sayfamda hem Elektrik Mühendisleri Odası'nın yayını Elektrik Mühendisliği Dergisini 441. sayısında çıkan yazımda paylaşmıştım. 17 Haziran 2011 tarihli RTÜK Basın Bildirisi'ndeki "Öte yandan, yürürlüğe giren Kablolu Yayın Lisans Yönetmeliği, IPTV yayınlarını da kapsamakta olup, mevcut Radyo ve Televizyon Üst Kurulu IPTV Lisans ve İzin Yönetmeliğinin iptaline ilişkin yönetmelik de yayınlanmak üzere Başbakanlığa gönderilmiştir. Yönetmeliğin Resmi Gazetede yayınlanmasıyla birlikte daha önce yürürlükte olan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu IPTV Lisans ve İzin Yönetmeliği de yürürlükten kaldırılacaktır." ifade ile IPTV Yönetmeliğinin çok yakın zamanda yürürlükten kaldırılacağı açıklanmış. 

15 Haziran 2011 tarihli Kablolo Yayın Yönetmeliği'nde, IPTV Yönetmeliği'ne getirmiş olduğum kimi eleştirilerin düzeltildiğini gördüm. Bu yeniliklerin neler olduğuna ilişkin tespitlerimi ve yeni yayınlanan yönetmeliklere ilişkin değerlendirmelerimi en kısa sürede paylaşacağım. Sektörde çalışan bir mühendis olarak 6112 sonrası iş yükü fazlasıyla artan RTÜK'ün değerli mensuplarına kolaylıklar dilerken, Karasal Yayın Yönetmeliği'ni sektörün dört gözle beklediğini hatırlatmak istiyorum. Sadece yurt içi değil yurt dışında da Türkiye'nin sayısal karasal yayın konusundaki yol haritası heyecanla bekleniyor...

Salı, Haziran 21, 2011

Bir şeyler yapmalı diye düşünüp hiç bir şey yapmayanlara örnek olması dileğiyle Ahmet EREN söyleşisi.

Bu yazıyı. öncelikle kendime, ardından benim gibi milyonlarcasına ders olsun diye yazıyorum. Gelelim yazının konusuna. Geçtiğimiz yıl sonbaharında blogumda da duyurduğum üzere IPTV World Forum etkinliğinin İstanbul ayağına katılmıştım bir günlüğüne. İşime katkısı olacak bu etkinliğe katılmak için senelik iznimden bir gün kullanıp, tüm masraflarını cebimden karşılamıştım. Her geçen gün bu etkinliğe katılmış olmanın yeni bir faydasını görüyorum.Tanıştığım insanlar, kurduğum yeni ilişkiler yanıma kar kalıyor. Sevgili Ahmet Eren ile bu etkinlikte tanıştık. Ahmet, Lüksamburg'da uluslararası bir şirkette yönetici düzeyinde çalışan bir mühendis. Kendi başlattığı bir yardım kampanyası var. Kampanyanın web adresi şöyle:

Diyarbakır Silvan'da Kutlualan İlkokulu ve Anaokulu'na yardım topluyor kampanyası ile. Kampanya alışılagelmişlerden farklı. Sağolsun beni kırmadı. Yoğun mesaisine karşın gönderdiğim soruları yanıtladı. Şimdi kendi yanıtlarıyla bu yardım kampanyasını okuyalım. Bu arada merak edenler için Ahmet'in kampanyasına ben de katıldım. Aşağıda ayrıntılarını okuyacaksınız ancak kısaca özetlemek gerekirse 109 km'lik zorlu bir tırmanma parkurunda pedal basacak Ahmet. Tamamladığı her kilometre için bağışçıları söz verdikleri bağış miktarını ödeyecekler. Zorlu parkurda Ahmet için motivasyon olacak bu bağışlar. Benim verdiğim bağış sözü kademeli:


ilk 50 km için km başına 0.50 TL 50-75 km'de km başına 1 TL 75-100 arası km başına 2 TL 100 km üzeri her km için 20 TL Toplayınca gene okyanusta bir damla ama ne demişler damlaya damlaya göl olur.


Kısaca sizi tanıyalım.

Aslinda zor bir soru bu insan kendisini nasil tanitabilir ki ama soyle ozetleyebilirim:

18 yasinda terk etmeme ve sik sik gidemememe ragmen Akdenizliyim; halen Antalyaliyim (Guluyor). Universiteyi Orta Dogu Teknik Universitesi Havacilik Ve Uzay Muhendisliginde okudum. Yine ayni okulda Makine Muhendisligi bolumunde yuksek lisansimi tamamlayip Fransa’daki Uluslarasi Uzay Universite’sinde Uzay Is Yonetimi yuksek lisansima devam ettim. Oradan sonra; halen devam ettigim Luxembourg merkezli bir uydu operatoru olan SES Global’da Orta Avrupa ve Turkiye Bolge Muduru olarak gorev yapmaktayim. “Akdeniz Tembelligi” hastaligimi uzerimden attigim durumlarda bisiklete binmek gibi amator bir sporla ugraşmaktayım.

Projenizden bahsedebilir misiniz?
Dunya genelindeki bisiklet organizasyonlarindan en buyugu hic suphesiz Fransa Bisiklet Turu. Turun her yil bir etabi dunyanin her yerinden gelen benim gibi amator bisikletcilere acilmaktadir. Yaklasik 10 bin kisinin katildigi bu organizasyonda yer almaya karar verdim. Bu yil ki etap tirmanma etabi diye gecen 109 km’lik cok zorlu bir parkur : Alp D’Huez …Alplerdeki bu parkurun en onemli ozelligi cok uzun yokuslar ve tirmanmalar ve cok yuksek rakimlara cikmak ki bu rakimlarda oksijen azligi ve vucudun nefes almasininin zorlasmasi bu etabi cok zorlu hale getiren ana unsurlardan biri. Bu yuzden bu zorlu etaba bazen 35 km uzakliktaki isyerime bisikletle gitmek bazen Avrupa genelindeki organizasyonlara katilmak gibi bir programlarla yaklasik 2 aydir antreman yapiyorum.

Bu etaba katilmayi aklima koydugumda bunu bir yardim kampanyasina donusturebilecegimi dusundum ve buradan toplayacagim yardimlari Turkiye’de bir okul adina toplamaya karar verdim. Boyle bir okul ararken zor durumda olan ve yardim isteyen Diyarbakir’in Silvan Ilcesi Kutlualan Koyu Ilkogretim okulunu buldum. Ulasabildigim herkesten km basina bagis topluyorum. Mesela 109 km’lik parkurun hepsini tamamladigimi varsayarsak ki umarim bunu basaracagim km basina 1 Lira bagis yapan birisi 109 Lira bagis yapmayi taahhut etmis olacak. Bunun adina bir Blog olusturdum. www.bisiyapmali.blogspot.com Buradan nasil bagis yapilabilecegi konusundaki daha detayli bilgilere ve antreman sirasinda cektigim videolara ulasmak mumkun.

Bu ilk yardım girişiminiz mi? 

Gecen sene Luxembourg’taki bir dernegin Filipinlerdeki MicroFinans Programi icin organize ettigi bir bisiklet turuna katilip yardim toplanmasina yardimci olmustum.

Başka projeleriniz var mı?

Bu tarz projeler genisletilebilir ve daha genis anlamda yapilabilir diye dusunuyorum ama acikcasi biraz daha profosyonel hale getirilebilir bu. Yurtdisinda bu tarz websiteleri mevcut insanlarin bireysel olarak bagis toplayabildigi. Turkiye’de bazi hukuksal cekoinceler soz konusu olabilir. Bir de bunun yaninda Turkiye’de yakin gecmiste bazi yardim kampanyalarinda paralarin yerine ulasmadigi durumlar soz konusu oldu ve insanlar guvenini kaybetti giderek bu tarz yardim organzasyonlarina. O yuzden olabildigince dikkatli olmaya calisiyorum ve kendi adima yardim kampanyama katilan herkes paralarinin ulastigindan ve gerekli yerlere harcandigindan emin olacak ve geri bildirim alacaklardir. Ben bizzat takipcisiyim ve yardim eden herkese seffaf bir sekilde paralarinin harcamalari bildirilecektir. Yarisin sonunda okulun banka hesabini ve detaylari gonderip parayi oraya gondermesini isteyecegiz. Yardim edenlere okul mudurunden imzali ve muhurlu bir mektup gonderilip tesekkur edilecek.

 Türkiye’deki bisiklet sporu ve geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz ?

Biliyorsunuz bisiklet sporu ozellikle Turkiye’de spor olarak cok popular olmasa da Avrupa’da cok populer bir spor ve oldukca fazla izleyicisi var. Bu spora gonul vermis ve aktif olarak yapan cok sayida insan var. Ozellikle Fransa, Almanya, Hollanda, Luxembourg, Belcika, Ispanya, Italya’ya yaz veya bahar aylarinda gittiginizde sehirici degil sehirlerarasi yollarda da onlarca bisikletci gormeniz cok olasi bir durum. Burada bircok organizasyon var Avrupa’da amator bisikletcilerin katilabilecegi yarislar veya normal olarak turistik parkurlar duzenlenmekte ve buralar yasli genc herkesin katilimina acik tutulup bu organizasyonlar karnaval haline getirilmekte ve bisiklet sporuna ilgiyi arttirmaktadir.

Turkiye bir bisiklet ulkesi olmamasina ragmen Cumhurbaskanligi Bisiklet Turu gibi bir organizasyonumuz var. Bu sene de EurosportHD’de yayinlandi. Giderek daha populer ve organize hale geliyor. Benim Alplerde yapacagim tarzda bir organizasyonun Turkiye’deki Cumhurbaskanligi Bisiklet Turu’nda da yapilmasi icin bir takim girisimlerde bulundum. Buradaki amac amator bisikletcilere 1-2 parkuru acmak veya paralel parkurda (duble yol gibi) 50-60 km. yarışçılarla birlikte pedal çevirme imkanı sunmak gibi bazi fikirler uzerine Cumhurbaskanligi Bisiklet Turu organizatorleriyle gorus alisverisinde bulundum. Bunun Turkiye’deki sadece bisiklet sporuna degil ayni zamanda bisiklet turizmine de cok katki saglayacagini dusunuyorum.

Bu tarz hamlelerle hem ulkemizin bu cok spesifik turizm alaninda yolunu acmis oluruz, hem de ulkemizin tanitimina katkida bulunmus oluruz. Boyle bir seyin yapilmasi zaten direk tabandan tavana inanilmaz bir sinerji olusturacak ve dunyaca unlu bisikletciler de Turkiye turunu es gecemeyecektir. Dogal olarak amator ve bu sporu takip eden bisiklet klupleri olsun, bireysel bisikletciler olsun boyle bir organizasyona katildiginda direk olarak bu turun profosyonel bisikletciler tarafindan da daha bir onemle takvimlerine alinmasini beraberinde getirecektir. Ayrica boyle bir aktivitenin zamanlamasiyla tam turizm sezonu gelmeden atil durumdaki turistik tesislerin efektif kullanimini ve turzim gelirleri arttirilabilir. Bizim Turkiye turu etaplari hem manzarasi hem de bulundugu yerler acisindan dunya guzellikleriyle dolu oldugundan sadece bu tur icin degil diger zamanlarda da bu parkurlar cok populer olacaktir. Avrupa'da artik insanlar hep ayni yerlerde bisiklet turu yapmaktan bikmis ve yeni destinasyonlar aramakta. Ilkbahar yaz donemi bisiklet turizmi Alpler civarina yigilmis durumda ve insanlar degisik yerleri gorup denemek istiyor. Bu tarz bir organizasyon bunu da etiklemis olacak ve Turkiye'de bisiklet turizmine her donemde inanilmaz basari getirmeye yardimci olacaktir.

Bisiklet ülkesi olmayan bir ülkede Cumhurbaskanligi Bisiklet Turu gibi çok büyük bir organizasyon yapmaya çalışiliyor ve her gecen yil bu organizasyon daha cekici hale geliyor. Fransa turunda bazı parkurlar 100 yıldır aynı ve klasik olmus durumda bu yuzden tüm dünyada ilgi çekiyor. Yakın gelecekte bizim de bu tur planlarla Turkiye ‘de bisiklet sporunu sevdirecegimizi ve bisiklet turizmi diye yeni bir gelir kaynagi olusturacagimizi dusunuyorum.

ve son soru: bir şey yapmalı diye düşünüp harekete geçmeyenler için önerileriniz neler?

Eminim herkes kendi capinda birseyler yapmaya calisiyordur. Herkesin elini tasin altina koymasi gerektigini dusunuyorum ama bu herkesin yardim kampanyasi duzenlemesi veya bir yerlere direk para yardimi yapmasi olarak algilanmamali. Bence elini tasin altina koymak cok klasik anlamiyla herkesin evinin onunu supurmesi demektir. Burada bence egitim en onemli rolu oynamakta ve bu yuzden de ben bir okul yardim projesi duzenlemekteyim. Turkiye’de buyumus ve okumus biri olarak herseyimi bu ulkeye borcluyum. Su anda yurtdisinda baska bir firmada calisiyorum ve ulkeme direk olarak faydali oldugum soylenemez. Elimden gelen boyle bir yardim kampanyasiyla okyanusta bir damla olmaya calismaktir. Zaten bu anlamda bu ulkeye borcumu tam anlamiyla odeyebilmem mumkun degil. Insallah ileride o gunleri de gorebilirim diye umud ediyorum. Cok etkilendigim bir animi paylasmak isterim . Fransa’ya ogrenci olarak gittigim yil oradaki ev sahibim yalniz basina yasayan 80 yaslarinda yasli bir bayandi. O yasina ragmen sirf benimle Ingilizce konusabilmek adina Ingilizce kursuna baslayip hergun kendini gelistirmek adina benimle Ingilizce sohbet etmeye calisiyordu. O yastaki o ogrenme azmini gorunce insan dusunmeden edemiyor. Bizim de egitimin onemini kavramamiz ve aldigimiz egitime gore davranmamiz, acik fikirli olup isimizde, okulumuzda, evde, sokakta surekli arastirip ogrenmemiz gerekir ki birseyler yapabilelim.

Birseyleri yapmak bazen yillar aliyor ama yikmak tam tersine bazen bir saniyelik bir istir. Yillarca ugrasip yaptiginiz bir ev bile bir kibrit tanesiyle yanip kul olabiliyor. Toplumu elestirmek kolaydir ama toplum bireylerden olusur ve bireyler duzelmedikce toplumun duzelmesini bekleyemezsiniz. Tabandan tavana yayilan birseyler yapilirsa zaten hersey kendiliginden duzelecektir. Bence birsey yapmak demek en basit ama en onemli haliyle isini dogru durust ve layikiyla yapmak demektir. Bu ulkedeki herkes isini dogru durust ve gerektigi sekilde yaparsa bence bundan daha buyuk birsey yapilamaz.

Bu yuzden; “birsey yapmali" diyenler her sartta ve her yerde egitimlerine gelisimlerine devam etmeli ve islerini dogru durust ve gerektigi sekilde yapmalilar. Bunu basaranlar hem kendileri, hem aileleri, hem icinde yasadiklari toplum hem de dunya icin en guzel seyi yapmis olacaklardir diye dusunuyorum.

çok teşekkürler. başarılar...