Cuma, Ekim 23, 2015

Türkiye Kurulurken Kürtler (1916-1920) / Sinan Hakan

Cumhuriyetin ilk yılları ve Osmanlı'nın son yıllarına ilişkin okumalarıma devam ediyorum. Bir fırsat bulduğumda, bu konuya ilişkin kitapları ayrı bir etiketle belirlemek iyi olacak. Hem benim için, hem sizler için. 

Sinan Hakan, Van'ın Gevaş ilçesi doğumlu bir inşaat mühendisi. Hali hazırda Ak Parti'den seçilen Gevaş Belediye Başkanı. 2013 yılında çıkan kitabının, aynı yıl yapılan ikinci baskısını okudum. İletişim Yayınları'nca basılan kitap 380 sayfa. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Atatürk'ün Bütün Eserleri ve Kazım Karabekir'in anıları başta olmak üzere çok sayıda kaynak gösterilmiş. Bunların yanı sıra Hakan, yorum ve tespitlerde de bulunarak, sadece belgelerden oluşan bir kitaptan fazlasını ortaya koymuş. 

Günümüzde yaşadığımız en kanlı sorunların başında gelen ve farklı adlarla anılsa bile insanların ölmesine neden olan sürecin nüvelerinin geçmişte, hatta muhtemelen 1916'dan da önce var olduğunu gördüm eseri okuyunca. Sonuçta biz unutmuş olsak bile, dedelerimiz ya da onların babaları Osmanlı İmparatorluğu'nun tebası olarak yaşıyorlardı. Adı üzerinde bir İMPARATORLUK. Ulus devletlerin ortaya çıkışı öyle asırlar öncesine kadar gitmiyor. Birinci dünya savaşı sonrası Paris'te toplanan "Barış Konferansı" ve aslında dünyanın yeniden şekillendirilmesini hatırlamadan sorunları anlamak pek olanaklı değil. Bugün Suriye ve Irak olarak bildiğimiz coğrafyalar, bundan 100 - 120 sene önce Osmanlı coğrafyasıydı ve oralarda yaşayan halklar da Osmanlı tebasıydı. Bugün Suriye'de yaşayan insanlarla, hemen sınırın kuzeyindekiler büyük oranda akraba. Hakan, İngilizlerin bölgeyle ilgilerini, gene belgelere dayanarak aktarıyor. Ermeniler ve Kürtlerin ilişkileri de ayrıntılı olarak eserde yer alıyor. Kürtlerin Kürt Şerif Paşa'nın Paris'teki girişimlerine tepkileri, Mustafa Kemal'in merkezi hükumetle ilişkileri, Kürtler ve Mustafa Kemal irtibatları, Karabekir'in bölgedeki etkisi gene belgeler üzerinden değerlendiriliyor. 

Kitaptan alıntı yapılacak çok sayıda metin var. Ben, bana en çarpıcı geleni alıntılamakla yetineceğim. Hem Hakan'ın emeğine saygısızlık etmek, hem de kitap korsanlığı gibi bir suç işlemek istemem. Yapacağım alıntı kitabın sonunda yer alan Sonuç başlıklı bölümden, s363. Hakan, Mustafa Kemal'in 29 Şubat 1920 tarihinde İttihat Terakki'nin firari liderlerinden Talat Paşa'ya yazdığı uzun mektuptan iki paragraf alıntılamış. Hakan'ın verdiği dipnota göre mektup Atatürk'ün Bütün Eserleri Cilt 6 s. 407-412 arasında yer alıyor. Ben de, bu iki paragrafı aşağıya alıntılayacağım, yorumda bulunmadan, gerçeğin bizi özgürleştireceğine inancımı koruyarak:

Ben, hareket safhasını ikiye ayırıyorum. Birincisi, barışa kadar takip olunacak hareket tarzı, ikincisi barıştan sonra tavır ve hareket. Bunlar birbirinden farklı olmak lazım gelir. Çünkü bugün yalnız dahili düşmanlarımıza karşı değil, onlarla beraber doğrudan doğruya İtilaf Devletleri'ne bilhassa İngilizlere karşı vaziyet ve tedbir almak mecburiyetindeyiz. Halbuki, bağımsızlığımız saklı kalmak şartıyla bir barış imzaladıktan sonra yalnız dahili hasımlarımızla karşı karşıya bulunacağız ki, bugünkü genel ve yaygın kuvvet ve nüfuzumuzu iyi muhafaza ettiğimiz takdirde, bu zavallılara layık oldukları muameleyi tatbikte hiçbir müşkülat tasavvur etmiyorum.

Salı, Ekim 20, 2015

Onlarlaydım ama onlardan değildim / Cüneyt Özdemir

Aslına bakarsanız kitabın adı bile herşeyi açıklıyor. Bilmeyenler için yazayım, Cüneyt Özdemir ABD'nin Irak'ı işgali sırasında ordu içerisine gömülü olarak görev yapacak "gazeteci"lerden birisiymiş. Bu görevini kitaplaştırmış. Kitabın adı, görevin yüklediği sorunları yansıtıyor bir yerde. 

Murathan Mungan'ın bir şiirinde dediği gibi kendin içindeyken kafan dışındaysa çemberin pek çaresi yok galiba. Mutsuz olacaksın. Ya da Özdemir gibi kitap yazıp aslında ne kadar ulvi bir amaç uğruna orada olduğuna ikna etmeye çalışacaksın, bizden çok, kendisini. 

Türkiye'den gömülü olmaya hak kazanan ya da bunu kabul eden tek isim olduğunu da ekleyeyim.

Pazar, Ekim 18, 2015

benim Paris maceram

Paris'te geçirdiğimiz 2014 yılı bana, özellikle kendimle ilgili, epey şey öğretti. Blogda Paris konulu üç kişiyle dört söyleşi yayınladım bu güne kadar. İki yeni söyleşinin de sorularını gönderdim, sevgili arkadaşlardan yanıtlarını bekliyorum. Bu arada, orada sekiz ay kadar yaşamış olarak, ben nasıl hatırlıyorum, neler düşünüyorum dedim kendime ve aşağıdaki söyleşi çıktı ortaya. Muhtemeldir ki bu söyleşi, ilerleyen dönemlerde yeni soruların eklenmesiyle uzayacak. 
  • Paris'e ne zaman ve neden gittim?
2014 Ocak ile Ağustos ayları arasında Paris'teydik ailecek. Aslında Haziran başına kadar tüm aile, Temmuz ayında ise iki kişilik orijinal haliyle ailemiz Paris'teydi. Nedeni basit, eşin iş durumu :) 
  • Ne bekliyordum, ne buldum?
Aslında beklediğim fazla bir şey yoktu. Ankara'da kendi rutininde süren ve gittikçe sıkıcılaşan iş ortamından uzaklaşacağımı düşünerek heyecan bile duymuştum ilk başta. Sonradan, gün yaklaşınca, ev bul, çocukların okullarını planla, Paris'teki günlük hayatın akışını fark et, pek hevesim kalmamıştı. Sonuçta 5 yaşında iki(z) kızımız ve ev işleriyle ilgilenmek, büyük oranda benim işim olacaktı. Ev işleriyle bir derdim olmamakla birlikte çocuklarla başbaşa olma fikrini çok heyecan verici bulmuyordum. 
Paris'te işler, başlarda beklediğimden kolay oldu. Evi, bir hafta içerisinde tuttuk. Oldukça merkezi, cadde üzeri, dubleks bir apartman dairesi bulduk. Eşyaları ikeadan alınmış, modern tarz döşenmiş iki odalı evin kirasına İstanbul'da yalı tutulur. Çocukların okulu da yürüme mesafesindeydi. Herşey iyi ve güzel gelişirken Fransızca kursuna kayıt yaptırdım. İşlerin ters gitmeye başlaması sanırım o kurs ile oldu. 

40 yaşında Paris'e gelmiş birisi olarak 20'li yaşlarında, önlerinde henüz şekillenmemiş hayatları ve olanca enerjileriyle, her biri ayrı milletten gençlerle aynı sınıfta olmak, artık orta yaşlı, çocuklu ve göbekli birisi olduğum gerçeğiyle yüzleştirdi. Buna bir de mesleki olarak istediği yerin pek de yakınına yaklaşamamış hissetmek ve Fransızca'nın kendisine has zorlukları eklenince işler sarpa sarıyordu benim için. 

Tüm bu olumsuzluklara çocukların okullarında mutsuzlukları da eklendi bir süre sonra. Haliyle Fransızca anlamayan, İngilizceleri çok yetersiz kızların neşesi yerini tedirginliğe bırakmaya başladı. Hafta sonları parklar ve müzelerde güzel vakit geçiriyorduk geçirmesine ancak, çocukları her sabah okulda ağlarken bırakıyor olmak çok saçma gelmeye başlamıştı ki, çocuklarla geri dönmemizin uygun olacağına karar verdik. Eylül ayı ile birlikte 3-4 ay kadar iki çocukla Ankara'da olmak, Paris'te ana sınıfına başlamalarından daha kolay göründü gözümüze. Bugünden bakınca çok yerinde bir karar verdiğimizi düşünüyorum. 

Gitmeden önce Paris'te iş bulabileceğim gibi gerçeklikten uzak bir kanıya kapılmıştım. Sonuçta mesleğimin ülke uygulamalarına hakim olsam da teknolojide bir numara falan değilim. Her horoz kendi çöplüğünde öter sözünün ne kadar doğru olduğunu bir kaç başvuru sonrası gördüm. Burada artı puan olarak CV'ye yazdığımız fluent English'in aslında pek de fluent olmadığını, moderate German'ın Fransa'da bir anlam ifade etmediğini elemantary French'in ise ana dili Fransızca olan adamlara komik geldiğini görmek ağır geldi.

Günlük hayatta kibrin dibini bulmuş Parizyenler, tuz ve biber olarak mutsuzluk çorbamıza eklendi. Çocuklara karşı tahammülsüz, burnu kaf dağında Parizyenlerle rast geldiğimizde, ki Paris'te yaşayınca bu her sokağa çıktığımızda demek oluyor aslında, hepimiz geriliyorduk. En büyük korkum, çocuklarla zor bir durumda kalmaktı. Neyse ki orada yaşayan ve halen bir şekilde görüştüğümüz Türkiye'den gitme dostların telefonlarını kaydetmiştim cep telefonuna. Biri elçilikte görevli olan dostumuz, en büyük güvencemdi. Bir şey olursa ararım, bizi zor durumdan kurtarır elbet diye düşünmek bile rahatlatıyordu beni. Peki olumsuz bir şey oldu mu diye sorarsanız, çok şükür derim. 
  • Bir yıl nasıl bir süre?

İnsanın en büyük özelliği duruma uyum sağlaması sanırım. Benim sorunum ise uyum sağlamak için bir nedenimizin olmayışıydı. Eğer hayatımızı Paris'te sürdürmek için bir karar vermiş olsaydık, ona göre davranırdım. Zor da olsa Fransızca öğrenir, çocuklar ağlasa da bir kaç ay sonra alışır, iyi kötü, kaçak göçek bir iş bulup çalışmaya başlardım. Ancak sorun sürenin bir yıl ile sınırlı olmasıyla başlıyordu. Bir yıl, uzun gibi görünse de aslında böylesi bir değişiklik için çok zor bir süre. Altı ay olsa mesela, uzun bir tatil gibi düşünülebilir. İki yıl olsa, orada iyi kötü yerleşmiş gibi yaşanabilir. Bir yıl ise tatil gibi yaşamak için fazla uzun, yerleşmiş gibi yaşamak için fazla kısa. 

  • Hiç mi olumlu bir yanı yoktu Paris'te olmanın?
Bülbül, kafes ve vatan derim bu soruya. Malum bülbülü altın kafese koymuşlar, ille de vatanım demiş. Paris, gerçekten özenle yapılmış, tasarlanarak mükemmelleştirilmiş bir sanat eseri gibi. Caddelerin büyüklükleri, binalar yüzyıldır değişmemiş çoğu yerde. Sidik koksa da metrosu, grev olmadıkça, iyi işliyor. Otobüs deseniz, 1970'lerde yazılmış bir kitap okurken fark ettim ki hat numarasına kadar aynı. Parklar, 1950'lerden bir film seyredin Paris'te geçen aynı ekipmanıyla duruyor yerinde. Ama, ille de kırılan fişkiyesiyle Ankara :)


Yaşadığı kentin müzelerine gitmemiş insanlar, yabancı bir ülkeye geldiğinde, moda müzeleri ziyaret etmek gibi bir hevese kapılıyor. Paris denilince Louvre'u görmek gerek demiş birileri geldiği kentte. Hadi görelim diye hareketlenmiş turistimiz de. Kapıdaki kuyruğu, müzenin, aslında sarayın, büyüklüğünü görünce vazgeçer gibi olmuşsa da yılmayıp içeri girmiş ve bir kaç salondan sonra fiziksel yorgunluk, bir şey anlaması gerektiğini düşünüp bir şey anlamamanın verdiği iç sıkıntısı ile bankta oturup kalmış turistlerle birlikte dolaştım Louvre'u. Ankara'nın büyük müzelerine bir kaç kez gitmiş, Louvre öncesi, müzenin kitabını alıp dersime çalışmış, yanımda resim konusunda son derece yetenekli bir akrabam olsa bile, günün sonuna doğru bunalmıştık ikimiz de. Öyle tek günde tüm müzeyi dolaşma gibi bir hevese kapılmamak gerek. İlginizi çeken bir bölüme odaklanmak en doğrusu. Bir de ne yapın edin mobilyaların sergilendiği salonu görün derim. Hamurabi'nin yasalarının yazılı olduğu taş da Louvre'un koleksiyonu arasında. 

Orangerie diye bir müze var, Louvre'a yakın. Seine nehri kıyısında. Bence resimlerle aranız çok yok ise ama bir Monet, Picasso falan göreyim, belki severim diyenlerdenseniz benim gibi, L'Orangerie çok doğru bir tercih olacaktır. Sonuçta eserleri göre göre, biraz da okumaya ilginiz varsa, artık dönemleri anlamaya başlıyor insan. Paris'in bana en büyük katkısı bu oldu sanırım. 

Elbette bir de kafeleri. Bir masa daha küçük nasıl yapılır, bir sandalye diğerine en çok nasıl yaklaştırılır, bir kaldırıma kaç kişi sığdırılabilir ve bu kadar sıkış tepiş oturmaya razı olmuş insancıklar nasıl terslenir işte size Paris kafeleri. Kafanıza atar gibi verdiği yiyecek içecek listesi, anlamamakta ısrar ettiği kötü Fransızcanız ile kendince eğlenmesi, bien küi (iyi pişmiş) demenize karşın içinden kan çıkan etleri ile Ankara'nın kebapçılarını daha bir sevmemi sağladı. 

Cuma, Ekim 16, 2015

Ulus civarında dolaşma

Ulus civarında dolaşırsanız size bir rota çizeyim:

Heykel'den çıkın yola. Miş Miş pastanesini yaadedip Evrensel Kitabevi'ne selam edin öncelikle. Evrensel yayınlarının Ulus'taki şubesi bir çok kitabı bulabileceğiniz bir mekan. 

Oradan çıkın merdivenlerle yukarı doğru sağınızda Kebabistan, tabi artık yerinde yeller esiyor. Yürüyün yukarı Hal'e doğru. Erzurum Oteli'ni hiç tadil etmeselermiş deyip Susam Sokağı tabelasında selfie çektirin.

Oradan vurun kendinizi Anafartalar Caddesi'nden yukarıya doğru. Taa Heykel'in oradan başlayıp 19 Mayıs Mağazalarının önünden geçen caddedir aslında. Genellikle Bentderesine inen ayrımdan sonrası için Anafartalar denilse de, ülkemizin talihsiz günlerinin birinde patlayan bir başka bomba ile hatırlamıştık Anafartaların taa heykelden başladığını. 

Yukarı doğru yürürken sağ kolu takip edin, Denizcilere inen yoldan değil, Samanpazarına doğru çıkan caddeyi izleyeceksiniz. Biraz ileride, eskiden Adliye binasının ilerisinde, gene yukarı doğru giderken sağ kolda Eyüp Sabri Tuncer'i (EST) göreceksiniz. Bu arada EST, Kurtuluş Savaşı günlerinden bildiğimiz Ohrili Eyüp Sabri Efendi değil. İttihat ve Terakki'nin de kurucuları arasında yer alan Eyüp Sabri Bey'in soyadı, elbette kanundan sonra, Akgöl soyadını almıştır. Eyüp Sabri Akgöl'ü biraz yukarıda tekrar anacağız, Çocuk Esirgeme Kurumu'nun kurucuları arasında yer alıyor ve yolumuzun üzerine Çocuk Esirgeme Kurumu binası da var. 

Efendim, EST'den kolanya, parfüm, zeytinyağlı sabun ve şampuan alışverişimizden sonra lütfen yolun karşısına geçelim. Şimdilerde Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi binası olan yapının altında bir sıra kıyafet satan dükkan göreceksiniz. Yukarı doğru ilerleyin. Çağrı giyim adlı bir dükkan olacak Sarar satıyor. Hasan Abi'ye çok selamımı söyleyip hakim yaka gömlek alın. Her renk var, öyle her yerde bulamazsınız. Hem kravat takmaktan da kurtulursunuz, tiril tiril. Hasan abi benim adımı hatırlamaz ama bir sabah gelip senden gömlek, ceket, yelek alan bir adam derseniz hatırlayacaktır. Sonra Hasan abiye Develi'yi sorun. Size tarif eder. 

Develi, bir iş hanının alt katında. Orada, haliyle Develi'li, yani Kayseri Develi'li bir hacı dede var. Dede ve torunlar ve muhtemelen de çocuklar alt katta tespih, kemer ve bilimum şey satıyor. Öyle hemen alışveriş yapmayın. Önce sohbet edin. 

Hatta Malatya çay evinden, ki orada yeni sayılırlar, 33 yıldır oradalarmış sadece. Oradan da tespih alın. 

Hayata bakış önemli. İsterseniz Paris'te olun, ister Ankara'da. Önemli olan kentin güzelliği değil, sizdeki anıları. 

Çok şükür ki Londra, Venedik, Prag, Budapeşte, Talin, Krakow, Zürih, Cenevre, Basel, Münih, Frankfurt, Den Haag, Amsterdam, Leiden, Paris, Taipei, Kuala Lumpur, Bangkok gibi epey bir şehir gezdim. Paris'te 8 ay kadar yaşadım. 

Ama Ankara'yı hiç birisine değişmem.

Bu yazıya fotografları da ekleyeceğim inşallah, artık bir başka sabah gezisinde :) şimdilik eski günlerden bir fotograf ile idare edin. Biliyorum Ankara yazısına pek uymadı ama ne yapalım.

Çarşamba, Ekim 14, 2015

Çerkes Ethem Apoletsiz General / Turgut Türksoy

Blogumu takip edenler farketmiştir. Son dönemde daha da belirginleşen bir okuma yönelimi ortaya çıktı bende. Yakın tarih, Osmanlı'nın son 30 yılı ile Cumhuriyet'in ilk 20 yılı, toplamda 50 yıllık bir süreç çok ilgimi çekiyor.

Bu yazıda karşınızda olan eser, tarihi roman olarak sınıflandırılıyor. Ancak, şu kadarını kolaylıkla söyleyebilirim ki, bu güne kadar okuduklarımla birebir örtüşen çok bilgi içeriyor. Eserin konusu bizlere hain ÇerkeZ Ethem olarak okutulan ve öğretilen ÇerkeS Ethem Bey. 

Tarihi kazananlar yazıyor sonuçta. Çoğumuzun Menşevikleri bilmediği gibi pek azımız Yeşil Ordu'dan haberdar. Dediğim gibi tarih hep kazananlar tarafından yazılmış. Bugünden dönüp bakınca yorum yapmak kolay, o gün ne koşullar varmış diyenler için ise tek söyleyeceğim, en azından yiğidi öldürün ama hakkını teslim edin. 

Hukuk dilinde bir ifade var, hayatın olağan akışına ters deniliyor, akla yatmayan durumları anlatmak için. Ethem'in Yunan'a sığınması da böyle bir şey. Dönümlerce arazisi olan bir bey, milli mücadeleye katılacak, kendisine bağlı askerleriyle gerilla savaşı verecek ve batı cephesini neredeyse kendi başına oluşturup koruyacak, bu arada kardeşlerinden birisi de Manisa (Saruhan) mebusu olarak Meclis'te yer alırken, BMM'nin çağrısı üzerine Yozgat'taki isyanı da bastıracak, ama ne hikmetse savaş bitmeye yakın Yunan'a sığınacak. Hatırlıyorum lisede okuduğumda da aklıma yatmamıştı bu hikaye. Bugün 1920'lerde aslında ne mücadelelerin yaşandığını okudukça görüyorum ki hikaye bambaşkaymış. 

Çerkes Ethem'in Yeşil Ordu ile ilişkisine, okuduğum eser pek değinmemiş. Ya gerçekten çok ilişkisi yokmuş, ya kitapta es geçilmiş, orası biraz belirsiz. Neyse ki elimde 1920'yi anlatan henüz okumadığım iki eser daha var. Ayrıca Kılıç Ali'nin hatıraları da bu anlamda pek kıymetli. Tabii ilk fırsatta Ali Fuat'ın anılarını da edinip okumak zorunlu. 

Şubat 2013 tarihinde ilk baskısını yapan eser Büyülüdağ yayınlarından çıkmış. Eserin ilk baskısı Siyah Beyaz yayınlarından 2008'de, ikinci baskısı ECK yayıncılıktan 2009'da çıkmış. Bu anlamda benim okuduğum kitabın üçüncü baskısı oluyor. Toplamı 345 sayfa ve bir kaç saatte okunuyor. Bir roman formatına uygun kaleme alındığı için içerisinde karakterler, onların hal ve ortamlarda gösterdikleriyle çözümlemeleri de var. Sonuçta yazarın, tarihe bakışı romanın adından belli. Bu anlamda, İsmet Bey ve Ethem Bey mücadelesinde tuttuğu taraf da ortada. 

Pazar, Ekim 11, 2015

Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri / Murat Çulcu

1880 - 1930 arası, bizim coğrafya temel olmak üzere dünyada ne olup bitmiş diye okuyup duruyorum uzunca bir süredir. Bu yazıyı yayınlarken aklıma geldi, bu süreçte okuduğum kitapları farklı bir etiketle işaretlesem iyi olur galiba. Etiket önerilerine hazır olduğumu belirtip, gelelim kitabımıza:

Murat Çulcu'nun kitabının ikinci baskısını okudum. Erciyaş yayınlarından Haziran 1995 tarihinde basılmış. 400 sayfaya yakın bir inceleme eseri yazmış Çulcu. Bu 400 sayfada neredeyse tarihin başlangıcından günümüze, Anadolu coğrafyasında neler olduğunu anlatıyor. Kitabın adına spekülatif koymuş olsa da aslında Çulcu'nun anlattıkları pek de spekülasyon değil bana kalırsa. Türkiye Cumhuriyeti tarihine ilişkin yazdıkları ve tek cümleyle özetlersek; Atatürk'ün ölümünün ardından iktidara gelen İttihat ve Terrakki ekibi, yıllar içerisinde adı değişse de hep iktidarda kalan partilerin merkezinde yer almış, diyebiliriz sanırım. 

Bu tezin ve diğer önemli tespitlerin ayrıntılarını okumak için büyük olasılıkla kütüphaneleri ve sahafları dolaşmanız gerekecek. Çulcu'dan okuduğum ilk eser bu, muhtemelen son eser olmayacak. 

Bu arada, geçtiğimiz günlerde Aksoy işhanı ve diğer sahaf pasajlarında dolaşıp epey bir kitap aldım. Yakında blog, kitaplar anlamda şenlenecek. Bu arada bir önemli kararımı da, herkesten, gerçekten herkesten önce, sizlerle paylaşmak istiyorum. Doktora çalışması yapmaya karar verdim bir kez daha. Bu kez, Devrim Tarihi dönemini inceleyeceğim. Kafamdaki üniversite Ankara Üniversitesi. Bir yerde kendi üniversitem :) Ankara Üniversitesi'nde Gazetecilik alanında doktora programına başlayıp, ilk dönemde bırakmaya karar vermiştim. Bu kez niyetim ciddi :) Ön hazırlığımı programa başvurmadan önce yaptım. Sırada, bu güne kadar sorun olmayan ALES var. Oradan iyi bir derece alırsam, mülakattan da ortalama bir not alsam doktoraya kabul edilirim diye düşünüyorum. 

Hayırlısı...

Perşembe, Ekim 08, 2015

blogların kaderi


Bu yazıyı okuduğunuz blog 10 yılı aşkın bir süredir yayında. Bugüne kadar 1300'e yakın sayıda yazı yayınladım. Kitap ve teknik etiketliler ağırlığı oluşturuyor. Artık bir karar vermenin zamanı geldi ve geçti belki de. 

Malum 2013'ten bu yana Sadeceozgur'ün kardeşi var. TVTechTR, İngilizce olarak sadece radyo / televizyon teknolojisi, uygulamaları konulu olarak başladı ve öyle devam ediyor. Özellikle teknolojinin Türkiye'ye yansımalarını işlemeye çalışıyorum. 

TVTechTR sayesinde bu güne kadar dört uluslararası etkinliğe ücret ödemeden katılabildim. Birisinde konaklamamı da karşıladı düzenleyici kuruluş. Kasım ayının başında Londra'da düzenlenecek bir etkinlik için de davet aldım. Gene konaklamamı karşılayacak düzenleyici kuruluş. Ancak, gelin görün ki yol parası ve UK vizesi gibi masraflar bile cepten verilecek gibi değil. Büyük olasılıkla, içeriği kaliteli de olsa, katılamayacağım.

TVTechTR'in başarısı sonrası Sadeceozgur'de de bir takım yeniliklere gitmeye karar verdim. Artık, aklıma her geleni yazdığım kişisel bir dertleşme platformu olmayacak Sadeceozgur. Daha hedefe odaklı, daha sanat / kültür / kent ağırlıklı bir paylaşım merkezi olacak. Teknik yazıları, arşiv amaçlı olarak sitede bırakacağım. Ancak Türkçe teknik / teknoloji yazısı yayınlamayacağım bundan böyle. Belki ileride bir potansiyel görürsem, Türkçe TV teknolojisi yazılarının yer alacağı yeni bir blog açarım. Ayrıca söyleşilere daha fazla yer vereceğim. İçerikleri gene sanat / kültür / kent / yaşam olacak.

Bu bağlamda elbette hedeflerim var. Ankara'da sanat / kültür / kitap konularında referans olacak bir blog olmak en büyük hedefim. 

İmza günlerine, sergi açılışlarında, konserlere davet edilmeye başlarsam, Sadeceözgür blogunu başarılı olmuş sayacağım. 

Hep dediğim gibi, Allah utandırmasın...

Meraklısına not: Fotograf 2011 yılında Ankara'da çekilmişti. Kafamdaki sekiz köşeli şapka, Elazığ yöresinin geleneksel şapkalarından. Evdeki şapkalarım arasında özel bir yeri vardır, otantik olması nedeniyle. Kullanımı pek pratik değil :)

Çarşamba, Ekim 07, 2015

Yıllar Sadece Sayı, Silsilename II, Cahit Uçuk

Ailesinin kendisine verdiği Cahide Üçok ismini, Cahit UÇUK'a çevirip başladığı yazarlık serüveninin ikinci bölümünü anlatıyor Silsilename II'de. Yapı Kredi Yayınları tarafından Mayıs 2003'te ilk baskısı yapılan bu kitap yazarın Yapı Kredi'den çıkan son eseri. Ailesinin hayatını anlattığı Bir İmparatorluk Çökerken'i okuduktan sonra, bir çokları gibi, çocuk olarak bıraktığımız Cahit'in başına neler geldiğini merak etmiştim. İnternette bakınca hayat hikayesinin devamını Erkekler Dünyasında Bir Kadın Yazar ve Yıllar Sadece Sayı adlı iki kitapta okuyabileceğimi gördüm. Kitapları bulmak tahminimden zor oldu. Yapı Kredi Yayınları, ne yazık ki bu iki devam eserin yeni baskılarını yapmıyor. Zor da olsa her ikisini de bulup okudum.


Yıllar Sadece Sayı'da Cahit Uçuk'un Cici Nejdet ile olan evliliğinin sonlanmasının ardından hayatını okuyoruz. Uçuk, zor geçen yıllardan sonra Afitap Matbaası'nın sahibi Murtaza Kağıtçı Bey ile evleniyor. Afitap Matbaası, bugün bir çoklarınca kullanılan Ece ajandalarını üreten matbaa. Ece ajandası fikrinin hikayesi de kitapta var. Uçuk'un hayat hikayesine, önceki kitaplarda olduğu gibi, çok sayıda ünlü dahil oluyor. İsmet ve Mevhibe İnönü'den İlhan Turhan Selçuk kardeşlere, Reşat Nuri Güntekin'den Behçet Kemal Çağlar'a kadar bir çok isim ile hayatı kesişiyor. İnönü ailesi, Murtaza ve Cahit'in Kartal'daki köşküne komşu oluyor. Kartal'dan hatta Suadiye'den denize giriliyormuş o tarihlerde. Uçuk'un yurtdışı gezileri de son kitapta anlatılmış. İstanbul'dan Paris'e gitmek için önce Marsilya'ya gemi ile gitmiş, ardından trene binmiş. Halkevlerinin ve köy enstitülerinin kapatılmasını da Uçuk'un gözünden okuyoruz.


Kitapların üçünü birlikte değerlendirmem gerekirse, çok akıcı bir dille yazılış her üç kitap. İlki daha roman tadında. Diğer ikisinde anılar akla geldiği sırayla yazılmış. Bölümlendirilse mesela daha kolay okunur hale gelebilir. Ancak kitaplar yayınlandığı tarihlerde Uçuk'un yaşı göz önüne alındığında bu eleştiriler pek anlamlı olmuyor. Kitapları okurken Cahit Uçuk ismini daha önce neden duymamışım diye sordum kendime. Yanıtını halen bulabilmiş değilim. Geç de olsa tanıştığım bu kıymetli yazarımızın yazdıklarıyla ölümsüzleştiği kesin...

Bir İmparatorluk Çökerken... Cahit Uçuk

1909 yılında Selanik'te dünyaya gelmiş, 95 yaşında İstanbul'da vefat etmiş ülkemizin ilk kadın yazarlarından Cahit Uçuk ile tanışmam Yapı Kredi Yayınları'nın Kızılay'ın merkezindeki mağazasında Bir İmparatorluk Çökerken... başlıklı anı/romanı ile başladı. 478 sayfalık eser, anı olmasına karşın roman diliyle yazılmış. Osmanlı'nın son dönemleri Selanik'te yaşayan varlıklı bir ailenin iki kızından birisi olan Hadiye Hanım'ın yaşamının izlerini sürüyoruz kitap boyunca. Cahit Uçuk'un annesi Hadiye Hanım'ın yaşadığı yıllar, büyük değişimlerin olduğu yıllar. Hadiye Hanım ve Diyarbakır eşrafından kocası İbrahim Vehbi Bey ile ailesinin yaşamları Selanik, İstanbul, Balıkesir, Malatya-Hekimhan, Alanya ve Antalya'da geçiyor. İbrahim Vehbi Bey, Osmanlı döneminde memurluğun ardından Meclis-i Mebusan'da Siverek vekilliği yapıyor. Milli mücadele döneminde Ankara ile eşgüdümlü çalışıyor. İstanbul'un işgalinin ardından kentte kaçak yaşamaya başlıyor ve ailesiyle birlikte Samsun üzerinden Diyarbakır'a, baba ocağına gitmek üzere ayrılıyor.  Gemide, milli mücadeleye katılmak için Anadolu'ya geçen Kürtler ile karşılaşmaları onlarla olan diyaloglarını okumak, bugün yaşanılanları sorgulatıyor:


"...Alaattin amcası, güverte yolcularının çoğunun İstanbul'da yaşayan Kürtler olduğunu anlayınca, yanlarına yanaşmıştı. Aralarındaki konuşma, amcasının ana dili kadar iyi bildiği Kürtçe olmuştu.Amcası, güvertedeki gençlere, niçin İstanbul'dan ayrıldıklarını sorduğunda, babayiğit bir delikanlı, "İstanbul artık İngilizin, Fransızın, İtalyanın, Yunanın şehri. Burada bize şimdi de çok iş vardı. Ama o adamlara hizmet etmek mi? Ölürüz daha iyi. Bizler, anayurdu düşman çizmesinden kurtarmaya çalışan Mustafa Kemal Paşamızın yardımına koşmayıp da buradaki zalim gâvura mı uşaklık edeceğiz? Yok baba yok. Biz bu topraklara kök salmışız. Yedi ceddimizin mezarları doğuda.Gençlik işte. İstanbul'un taşı toprağı altın sözlerine kanmış gelmişiz bir kere. Oysa bilmeliydik ki, insan hangi toprağı döverse, orada teri altın olur. Buralarda ter döktük, para kazandık, memlekete gönderdik. Oralarda ekmek yemek çok zordur baba. Devlet baba tarlamızdan öşür alır. Devlet namusludur ama devletin adamları hırsızdır baba. On teneke mahsul aldıysak içinden iki tenekesini öşür alması gerekir ama onlar altısını alır. Devlete iki teneke gösterir, üstünü çalar.Şimdi diyorlar ki, Mustafa Kemal Paşa topraklarımıza yeni düzen getirecekmiş. Öşür değil sadece hakkı olan vergisini alacakmış. Anam sütü gibi helal olsun paşamıza. Şimdi onun Kuva-i Milliye'sine katılmaya gidiyoruz. Bu lüks kamaralardaki zenginlerimiz de paşamıza katılmaya gidiyor..." (s. 353)


Sıcak ve akıcı bir dille yazılmış kitap. Uzun olmasına karşın kısa sürede okunabiliyor. Anlatılanlar anı belki ancak belgesel değil. Belki iki kız babası olduğum için bana çok dokundu ama baba özlemini bu kadar insanın içine işleten satırları okumamıştım daha önce. Babası kendilerini Balıkesir'de emin bir yerde bıraktıktan sonra İstanbul'a döner:



"...Vehbi Bey o gün gitti. Evin pencerelerinden içeri dolan güneş kararmıştı sanki... Akşama doğru Cahit'in babasına duyduğu özlem öylesine arttı, büyüyüp çoğaldı ki, doğru kirli çamaşırların konulduğu sepetin başına koştu. Sabah babasının çıkardığı pijamalar en üstte duruyordu. Onlarıaldı, sonra Kaya'ya seslendi. Kaya koşarak geldi, kocaman siyah gözleri korku doluydu, ablasının sesi onu ürkütmüştü.Cahit elindeki pijamaları gösterdi."Ben baba kokusu koklayacağım, belki sen de istersin diye çağırdım."Kaya'nın yüzü güldü, "İsterim" dedi."Öyleyse benimle gel".Dadısıyla yattığı arka odaya girdiler. Yataklar köşeye yığılmış, üstleri bir pikeyle örtülmüştü. İki kardeş duvarla yatakların arasındaki daracık boşluğa sokuldular, babalarının pijamalarını yüzlerine dayadılar, koklamaya başladılar. Babasının kullandığı traş sabunu, losyonu ve çamaşırın sabun kokularının karışımıydı baba kokusu... Soluklandıkça özlemleri yatışacağına artıyor, çoğalıyor, dayanılmaz bir ateş olup yüreklerine kadar sokuluyordu.Çocukların ortadan kaybolduklarını fark eden Hadiye, bahçeyi, odaları, hatta çatıdaki odayı araştırdı. Şayan'a sordu, o, oyun bahçesinin solundaki mutfaktaydı, görmemişti. Hadiye yeniden eve girdi, sonra onları yatak yığmıyla duvar arasındaki aralıkta, babalarının pijamalarıyla sarmaş dolaş olarak buldu. Uyumuşlardı..." (s.289)


Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan Bir İmparatorluk Çökerken...'in ilk baskısı 1995 yılında yapılmış. Benim okuduğum 14. baskı Ocak 2010 tarihli. Cumhuriyetin kuruluş dönemini farklı bir gözle izlemek için, tarih kitaplarında yer alamayacak ayrıntıları okumak için ya da keyifle okunacak bir anı/roman 25 TL vermeniz yeterli...

Salı, Ekim 06, 2015

Başka Bir Hayvancılık Mümkün / editörler Tayfun Özkaya, Fatih Özden


Üyesi olduğum ve aidat ödemek dışında hiç bir katkımın olmadığı Buğday Derneği, Küçükkuyu'da Adatepe Zeytinyağı müzesinin içerisinde bir kafe işletmeye başlamış. Kafede birkaç kitap da satılıyor. Başka Bir Hayvancılık Mümkün adlı çalışmayı orada görüp almıştım geçtiğimiz yaz. 

Prof. Dr. Kenan Demirkol, Prof. Dr. Meltem Serdaroğlu, Prof. Dr. Tayfun Özkaya, Arş. Gör. Fatih Özden, Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı, Prof. Dr. Yılmaz Şayan, Prof. Dr. Harun Raşit Uysal ve İbrahim Sarıoğlu'nun yazıları yer alıyor çalışmada. Aslında sunumları desek daha doğru olur belki de. Çünkü kitap, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü ile Tarım Ekonomisi Derneği'nin 6 Ocak 2012 tarihinde İzmir'de Ziraat Fakültesinde Başka Bir Hayvancılık Sistemi Mümkün mü? başlıklı çalıştayın notlarını bir araya getirmiş. Yeni İnsan Yayınevi tarafından Nisan 2014'te basılmış. 

Klasik iktisadın en ucuza üretip en pahalıya satmak üzerine kurulu modeli, hayvansal ürünlerin üretimi alanında da uygulanıyor. Özellikle "ölçek ekonomisi" ve "verimlilik" söz konusu edilerek tarımda makineleşme, hayvancılıkta ari ırk ve meralar yerine "fabrikalarda" üretim uygulanıyor. Uzun dönemde neler olacağını pek düşünmeyenler dışsal zararlar konusunda da sağır. Günümüzde köylerde yaşayan 3 milyar insanın da köylerde işsiz bırakılması sonrası neler yaşanabileceği, mesela tarımsal üretimde makineleşmenin sorun ettiği bir konu değil. 

Kitap, et ve süt üretimine odaklanmış. Et üretimi için hayvanların meralarda serbestçe dolaşıp otlaması yerine kesif yemle beslenerek, kapalı mekanlarda tutulması arasında ciddi farklılar olduğu ileri sürülüyor. Damar sisteminde sorun oluşturan kolestrolün oksitlenmesine yol açan 3 tip doymuş yağ asidi varmış mesela, bu farklı karbon sayılarına sahip 3 tip yağ asidi, meralarda otlayarak yetişen hayvanların etlerinde (yağlarında aslında) görülmezken "fabrika"larda üretilen hayvanların etlerinde ise bolca bulunuyormuş. Aslında mera hayvanının yağı damar sertliğine yol açmazken, fabrika hayvanının yağından kaçınmak şartmış. Bu anlamda, umarım söyledikleri gibi meralarda özgürce dolaşıyordur TazeDirekt.com'un besileri...

Tayfun ve Fatih hocaların ortaklaşa yayınladıkları yazıda aslında döngünün nasıl bozulduğu çarpıcı bir şekilde anlatılmış. Kitaba ulaşamayacakları düşünerek kısa bir alıntı yapayım yazıdan:
(18. yüzyıl ve 19. yüzyıl ortalarına kadar) Çiftçiler hem bitkisel hem hayvansal üretimi birlikte yapmaktadırlar. Bitki artıkları, otlar hayvanlar tarafından besin olarak kullanılmaktadır. Hiçbir bitki artığı ziyan olmamaktadır. Hayvanların gübreleri de kolayca bitkilere verilebilmektedir. Hatta bu yüzyıllarda kentlerdeki lağımlar bile bitkisel üretimde organik gübre olarak kullanılmakta idi. Ortak kullanıma açık meralar ve yaylacılık hayvan beslenmesinde önemli bir yer tutuyordu. Tarımda çoklu ürün (polikültür) hakimdi ve daha henüz tohumlar üzerinde şirketlerin bir hegemonyası söz konusu değildi. Çiftçiler kendi tohumlarını kullanabilmekteydiler. Şüphesiz bu dönemi kırsal kesim açısından dünyanın birçok yerinde mutlu bir dönem olarak nitelendirmek mümkün değilse de ekolojik olarak ciddi bir sorun yoktu.  s. 35-36
Yukarıdaki alıntı aslında işin tam olarak özeti. Bugün ben neden tutup Aydın Nazilli'den Bursa'dan sipariş vermek zorunda kalayım ki? Yaşadığım Ankara'nın da birçok köyü var. Buralarda neden ilaçsız tarım yapılmaz? Eski dededen kalma tohumlar kullanılmaz. Soruların yanıtları net ve tek: daha verimli üretim. Mesela artık kabuğu incecik pembe domates yetiştirilmiyor, çünkü nakliyeye uygun değil. Gene pembe renkli ama kaya gibi sert domatesler var onun yerine. Yamru yumru görünümlüler mi piyasada tutuluyor. Hemen onlardan üretiliyor, ancak üretilen ürün "doğası" gereği otlara karşı yapılan ilaçlardan etkilenmiyor. Böylece daha az insanla daha "verimli" üretim yapılabiliyor. Sonuçta bunlardan tüketen ve hastalanan insanlar için otel konforunda zincir özel hastaneler ve ilaç şirketlerinin binbir emekle geliştirdiği türlü kombinasyonlar hazır bekliyor. Zaten dünyada yeterince insan var. Emeklilikten sonra uzun yaşamak pek istenilen bir şey değil. "Ekonomik ömrünü" doldurup sisteme yük haline gelmiş birisinin sistemin sağlık sektörüne bir süre katkı yaptıktan sonra, maliyeti daha da fazla artmadan sistemden çıkartılması en "ekonomik" çözüm. 

İnsan mıyız bir mal mıyız, kaynak mıyız karar vermeli. Personel dairelerinin adlarını insan kaynakları dairesine çevirirken tek değiştirilen daire başkanlıklarının adı olmadı. Anlayış toptan değiştirildi. Biz farkına varsak da varmasak da. 

Kitaptan bir kaç alıntıyla bitireyim, yazdıkça sinirleniyorum, sinirlendikçe yazıyorum :)

"ABD'de süt pazarının %87'sinde dört firma egemendir. Türkiye'de beş firma pazarın %80'nine sahip bulunmaktadır. Bu kesinlikle sürdürülemez bir yapıdır. İnsan sağlığına, doğaya, çiftçi ve tüketici çıkarlarına aykırıdır." Tayfun Özkaya - Fatih Özden 
"Endüstriyel hayvancılıkta hayvanların kesif yemlerle beslenmesi söz konusu olmakta ve bu olumsuzluk insan sağlığına başka olumsuzluklar olarak da yansımaktadır. Endüstriyel hayvancılığın gelişmesi ve büyümesi bu sorunların katlanarak artmasına yol açtı. Türkiye'de de bu gidişle varılacak nokta budur. Esir hayvanlar insanlara besin olmaktan çok zehir olmuştur." Başka Bir Hayvancılık Mümkün s.42
"Doğa ve insan dostu tarım anlayışını öne çıkartmak gerekiyor.
Yerel üret, yerel tüket anlayışı, kooperatifçilik ve toplum destekli tarım modelleri desteklenmeli. Metabolik kırılma ile başlayan endüstriyel tarım sistemiyle zirvesine ulaşan üreticinin ürettiğine, tüketicinin tükettiğine, üreticinin ve tüketicinin birbirlerine karşı yabancılaşmasının önüne ancak bu şekilde geçmek mümkündür." s.49
 
Meraklısına not: Yazıdaki fotograf, 2013 yılında Aydın Nazilli'de çekildi. Pınar Kaftancıoğlu'nun çiftliğinde. Kaftancıoğlu, başka bir tarım mümkün sözünün yaşayan kanıtıdır. Onca siyasi parti var 1 Kasım'da seçime girecek. Bir tanesi de Kaftancıoğlu'nu arayıp, nasıl başardın, Anadolu'nun kalkınması için model olarak senin yöntemi uygulasak dememiştir eminim. Gerçek Merkez Türkiye projesi böyle olur. Anadolu'nun bağrında bir Hong Kong yaratmayı proje diye koymazlar önümüze. Yazık, bize değil de çocuklarımıza...

Cumartesi, Ekim 03, 2015

Memduh Şevket Esendal'dan okuduğum ilk eser: Otlakçı

Yazının başlığında bir mana gizli :) İlk eser, son olmayacak gibi geliyor bana anlamına geliyor. Memduh Şevket, dönemdaşları gibi İttihat Terakki'nin içinde yer almış, ilginç hayat öyküsüyle etkileyici bir karakter. Öyküleri ve romanlarıyla da döneminin öncülerinden sayılır. Benim okuduğum Bilgi Yayınevi'nin Temmuz 1983 tarihli üçüncü baskısıydı. 

Otlakçı, hem kitabın hem de kitap içindeki bir öykünün adı. Kapak görselinden de anlaşılacağı gibi bir otlakçının öyküsü. Dili çok yalın Memduh Şevket'in. Öyle süslü betimlemeler, uzun ağdalı cümleler yok. Karakterleri tanıtırken, oyun metni gibi kısacık cümleler, kimi kez kelimeler ile yetinilmiş. Öykülerin tarihlerinin çoğunlukla 1920'ler olduğunu görünce insan çekiniyor haliyle. Günlük dil değişmiştir, anlaşılmaz ifadeler yer alıyordur diye düşünüyor. Oysa metinde bir sadeleştirmeye falan gidilmeden olduğu gibi yayınlanmış ve son derece anlaşılır her şey. Bir öyküde kasıtlı olarak ağdalı bir dil kullanılmış, karakterlerden birisinin böyle bir dil kullanması gerekmiş. Özellikle o öykü için, kitabın sonundaki açıklamalar bölümüne bakmak iyi oluyor. 

Toplam 214 sayfa dan oluşan bir eser. Öykülerden önce Memduh Şevket ile ilgili iki makaleye de yer verilmiş. Bunlar hem dönemi hem Memduh Şevket'i anlamamıza yardımcı olan metinler. 

Ayaşlı ve Kiracıları kütüphanemizde uzunca süredir duruyor neyse ki. İlk fırsatta romanı okumayı istiyorum. Kısmet...

Perşembe, Ekim 01, 2015

Smart TV App etiketli aslında ilk yazı: Power Grubu

Sahibi kimdir?
Nereden yayın yaparlar? 
Program yapan bir kişinin adı?
yukarıdaki soruların hiçbirisinin yanıtı yok bende. Ancak Ankara'da antendeyken Power XL ile başlayan hayranlığım şimdilerde Power Türk ve elbette amiral gemi Power FM ile sürüyor. Ne yazık ki Power XL artık antende yok Ankara'da. Gerçi antende, yani FM bandından verici ile yapılan, var olan yayınları da dinlemek olanaklı değil. Sanırım 22 yıldır gecekondu düzeniyle işgal ettikleri frekanslardan yayın yapıp bunu kar sayan bir yapı ve onu düzelt(e)meyen denetleME ve düzenleME kuruluşu elbirliği ile radyo dinleme keyfimizi elimizden aldı, büyük kentlerde. Bu konuda daha önce yayınladığım yazımı okumanızı öneririm.

Biz gelelim POWER grubunun "akıllı" TV ile imtihanına :) Sonucu baştan söyleyeyim; Power Grubu'na yakışan, kullanımı kolay, menü renkleri ve klavye / kumanda ile geçişleri iyi planlanmış bir arayüze sahip sade tasarımlı bir uygulama var karşımızda. Bu anlamda başarılı. Ancak, "akıllı TV" artık tek yönli iletişimden ziyade iki yönlü iletişime verdiği olanaklarla yürüyecek bir mecra. Power Grubu'nun uygulaması ise tek yönlü. Dinleyicinin isteklerini gönderebileceği bir yol yok mesela. Neyse, uzun değerlendirmeyi aşağıda yapacağım zaten. Bu yazıyla blogda farklı bir yola doğru evrilmesinin ilk çabasını gerçekleştirmeye gayret edeceğim. Ne diyelim, Allah utandırmasın...

Akıllı TV'ler aslında üzerinde işletim sistemi olan, bilgisayar tabanlı büyük monitörler. İşletim sistemi genellikle açık kaynak kod tabanlı. Genellikle dediğime bakmayın, kapalı kaynak kodu kullanan bir TV var mı bilmediğimden. Nasıl cep telefonunuza, akıllısına elbette, tabletinize uygulama (application: APP) indirip kuruyorsanız akıllı TV'leriniz de böyle cihazlar. Bunların da uygulama mağazası var. Orada kimi reklamla yürüyen, kimi doğrudan ücretli uygulamalar var. Dilediğinizi indirip televizyonunuza kurabilirsiniz. Bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Televizyonunuz artık sadece televizyon değil. Evinizde internete çıkış noktanıza bağladığınız yer yeni internet erişimli cihaz, potansiyel bir gedik açar duvarınızda. Güvenlik mevzularını işin uzmanı bir meslektaşım, lisedaşım ile sohbete bırakayım ve son olarak özellikle kameralı TV kullananlar için indirdikleri uygulamalara daha bir dikkat etmelerini hatırlatayım. O kameralar, uzaktan aktif hale getirilebilir. İstemediğiniz görüntüler kaydedilip sonra tehdit edilebilirsiniz. Aman dikkat!

Power Grubu, diğer pek çok medya kuruluşu gibi, akıllı TV'lerde de var. Bir noktayı özellikle belirteyim, LG televizyonlar Web OS 2.0 sürümlü bir işletim sistemi kullanıyor. Son derece başarılı, basit bir arayüzle işleri kolaylaştırmışlar. Uygulamalar bölümüne girdiğinizde ana ekranda 7-8 tane uygulama görünüyor. Bunlar LG Web OS 2.0'lı bir akıllı aldığınızda varsayılan olarak ana ekranda yer verilen uygulamalar. LG Uygulama Mağazasına ulaştığınızda daha bir çok uygulama göreceksiniz. LG bu ana ekranına koyduğu uygulamaları neye göre seçmiş bilemiyorum. Aralarında Power Grubu'nun uygulaması da var. Karnaval, ki bir diğer saygı uyandıran radyo grubudur, ise bu ana ekranda yok.


Uygulamayı yukarıdaki fotografta görüldüğü gibi başlatıyorsunuz. İlk açılışta aşağıdaki ekran sizi karşılıyor:

Soldaki menü farklı radyo kanalları gibi düşünülebilir. Saymadım ama 10 civarında kanal var solda. Sonuçta elinizde telifi ödenmiş içerik ve bunların türleri olduktan sonra her türe göre ayrı kanallar oluşturmak zor bir iş değil. Araya kanalın tanıtım cıngıllarını da serpiştirirseniz işlem tamam. Çalan şarkıya ait bir sabit kare de ekranda yer alıyor. Bir sonra çalacak şarkıya geçme şansınız yok. Siz, aslında sizin için başlatılan bir stream'i (akışı) dinlemiyorsunuz. Evinize bir şekilde ulaşan bir yayına dahil oluyorsunuz. Bu anlamda seçilen teknoloji gereği kişiye özel akış başlatılamıyor. Elbette bu seçimin getirdiği büyük bant genişliği avantajları var. Bir de uygulama ile hedeflenen neydi sorusunun yanıtı, seçilecek teknoloji konusunda kararı kolaylaştıracak. Radyo benzeri bir deneyim hedeflendiyse mesela, sonuç çok başarılı. Farklı müzik türlerinden oluşan Power Grubu uygulamasının iki menüsü var aslında. Birisi ekranın solunda yer alıyor ve kanalları değiştiriyor. Diğer menü ekranın üzerine yerleştirilmiş. Bu menüden ise farklı seçeneklere ulaşabiliyorsunuz. Biraz yakından bakalım:



Listeler, PODCAST (bu ifadeyi de iPod denilen Apple cihazına borçluyuz, PodCast :) ve Yayın Akışı. Listelerde bir çok farklı listeyi görebiliyorsunuz. Yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi tercih edilen uygulama mantığı gereği bu listeden istediğiniz bir şarkının üzerine dokunduğunuzda dinlemek içinizden geçebilir. Ancak, uygulama buna izin vermiyor. Çünkü, size özel bir akış başlatılmıyor hiç bir şekilde. 

PodCAST, daha önce yayınlanmış programların kayıtlarının tutulduğu bir arşiv. Buradan önceki programlara ulaşabilirsiniz. Yayın akışı ise Power Grubunun antendeki (FM bandında) yayınlarının akışlarını içeriyor. 

Genel değerlendirmeyi yazının başında yapmıştım. Tekrara düşmeden kısaca özetlersem;
  • Ara yüz ve menülere ulaşmak kolay,
  • Karakter büyüklükleri, uzaktan okunabilir şekilde düşünülmüş.
  • Kumanda ve klavye ile kolaylıkla kullanılabiliyor. 
  • Tek yönlü iletişime izin var. Kullanıcıdan uygulamaya dönüş yok. Düşünülebilir, istek göndermek, bir sonraki şarkı için oy kullanmak gibi.
  • Video On Demand yok. İstenilen şarkı istenilen zamanda dinlenemiyor.