Ana içeriğe atla

Prof. Dr. Korkut BORATAV ile e-söyleşi

Hocaların hocası olarak da bilinen Prof. Dr. Korkut BORATAV ile e-söyleşi yapma önerisi götürmüştüm. Sağolsun, Hocam vakit ayırıp yanıt verme nezaketi göstermiş. Korkut Hocam soruma yanıt olarak Metin Çulhaoğlu'na Armağan çalışması için kaleme aldığı metnin uygun olacağını belirtmiş. Özellikle yazısının son bölümleri sanki benim soruma karşılık yazılmış gibi. Hocamın yazdıklarını kısaltmak haddime değil, ayrıca çok yerinde bir girizgâh ile olduğunu düşünerek, yazıyı olduğu gibi almaya karar verdim. 

Malumunuz olduğu üzere gerek endüstri 4.0 adı altında gerekse yapay zeka / öğrenen sistemler adıyla üretim sürecinde insanın yerini bilgisayarlar ve robotlar alıyor. O robotları programlayacak, programları yazacak beyaz yakalıların sayısı günümüzdeki işçi sayısıyla kıyaslanamayacak kadar az olacağını varsayarak bu yeni dünyada emek değer teorisi geçersiz mi olacak?
Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünde, fikir dünyasında kapitalizmin vadesinin geldiği tespitleri yaygınlaşmaktadır. Sadece kapitalizmin geleneksel muhasımları değil, bu tür bir “son”dan mutlu olmayacak insanların bir kısmı da aynı görüştedir. 
Ancak, bu teşhis, bir dizi soruyu da akla getiriyor. Bir kere, “ölüm fermanı öngörüsü” neye dayanıyor? Kapitalizmin bünyesinde oluşan ve sistemin özüyle çelişen bir takım niteliksel gelişimlere mi? Son krizin ağırlığına, yoğunluğuna, uzamasına, mı? Kapitalizm daima bunalımlarla var oldu; yaşadı. Bir yenisi, niçin sonuncusu olsun?
Bu yazıda, bu türden soruları son zamanlarda tartışan, sol (yani, anti-kapitalist) cenahtan bazı düşünürleri  aktarmak, değerlendirmek istiyorum. 
Tartışmanın çerçevesini, Marksist klasiklerin yaklaşımı ile başlatmak herhalde uygundur.
Marksizmin ustaları,  kapitalizmin içsel çelişkilerini ve bunların kapitalist sisteme son verecek özelliklerini, etkilerini incelediler. 
Onlara göre, kapitalizmin sonu, önceki sistemlerden farklı biçimde gerçekleşecektir. Marx, Politik İktisadın Eleştirisine Bir Katkıya Önsöz’de, tarihsel maddeciliğin temel tezlerinden birini, “toplumun maddi üretim güçleri, var olan üretim ilişkileri ile çatışmaya girdiğinde… bir toplumsal devrim dönemi başlar”ifadesiyle açıklamıştı. Engels, Ütopik ve Bilimsek Sosyalizm’de,  kapitalizm dönemindeki  “toplumsal devrim”in, “kendiliğinden”  değil,“proletaryanın iktidara el koyması ve üretim araçlarını devlet mülkiyetine dönüştürmesi ile”gerçekleşeceğini öngörmekteydi. Marx da 11. Tez’de, “filozofları, dünyayı değiştirmeye” aynı doğrultuda davet etmekteydi.
Marx ve Engels’in, böylece, kapitalizmin, içsel birikimlerin, çelişkilerin  yol açtığı  bir dizi dönüşüm sonunda kendiliğinden değil, iradî, sınıfsal ve devrimci bir müdahale ile son bulacağını düşündükleri söylenebilir. Hayatları boyunca, bu doğrultuda, devrimci eylemlerin ön saflarında yer aldılar. 1848 sonrasının Avrupa devrimlerinde, Paris Komünü’nde, I. ve II. Enternasyonal ile Alman Sosyal Demokrat Partisi içindeki çalışmaları ve uluslararası işçi hareketinin, sosyalist partilerin temsilcileri ile aktif ilişkileri sayısız örnek verir. 
Ekim Devrimi ve  onu izleyen partiler, örgütler ise, Lenin’in oluşturduğu stratejiyi benimsedi: Marksizmi bir eylem rehberi olarak kabul eden, işçi sınıfını temsil eden  bir öncü partinin iktidara el koyması ve devrimi gerçekleştirmesi….
20’nci yüzyılın Avrupa’da, Asya’da tanık olduğu tarihsel reel sosyalizmler, bu güzergâhı izleyerek  iktidar oldu.
Ne var ki, Leninist önermede yer alan “bir eylem rehberi olarak Marksizm” nerede yer almaktadır? Marx ve takipçilerinin, sınıflı toplumları, öncelikle kapitalizmi inceleyerek  geliştirdikleri  kuramsal, bilimsel sistem ile kapitalizme son verme doğrultusunda önerilen, uygulanan  taktik ve strateji seçenekleri, örgütlenme, mücadele yöntemleri farklı alanlarda yer alır.  Kapitalizme son vermeye, yeni toplumu oluşturmaya  ilişkin önerilerin toplamından bilimsel bir devrim teorisi türetilemez.  Topluma bilinçli müdahalelerin yöntemlerinden, sonuçlarından oluşan tarihsel deneyimler, büyük ölçüde zaman ve mekân ile sınırlıdır; geleceğe ışık tutabilir, ama genel-geçer doğrular, reçeteler olarak kabul edilmemelidir. 
Marx’tan Mao’ya kadar uzanan yüzyılı aşkın bir zincirde,  devrimci hareketlerin liderlerinde kuramcı ve eylemci (örgütçü) özellikler birleşmişti. “Dünyayı yorumlama” işlevine ilişkin özgün, kalıcı, bilimsel katkılar getirdiler. Siyasî liderlik kimlikleri ile iktidar mücadelesi için geliştirdikleri eylemsel katkılarını; taktik, strateji önerilerini ise, diğerlerinden  ayırmak gerekir. 
21. yüzyılın ilk çeyreği dolarken, yukarıda değindiğim “kapitalizmin vadesinin geldiği” algılaması ile  anti-kapitalist hareketlerin  dağınıklığı, etkisizliği yan yanadır.Bu tespit, sadece Lenin’in önerdiği özellikleri taşıyan “öncü parti”ler için değil, kapitalizmin bazı temel niteliklerini uzak veya yakın geçmişte eleştiren, değiştirmeye çalışan tüm muhalif  akımlar için geçerlidir. 
“Ölüm fermanı” ilan edilmiş olan kapitalizm, düşmanlarını geriletmektedir. Üç coğrafyadaki gelişmelere kuşbakışı göz atalım.
Metropol kapitalizmi sosyal demokrasiyi külliyen teslim almıştır.2008 krizi kapitalizmin çürümüşlüğünü, finans kapitalin devlet üzerindeki sınırsız tahakkümünü ortaya çıkarmış; sokaklara dökülen halk tepkisi etkisiz kılınmıştır. Örneklere değineyim: ABD’de “Wall Street’i İşgal” eylemleri, Obama’nın ikinci Başkanlık seçim kampanyasına “malzeme” olarak kullanılmıştır. Syriza, Avro Bölgesi emperyalizmine  teslim olmuştur. Podemos, anti-kapitalizm bir yana, AB-karşıtı bir çizgiden dahi uzak durmaktadır. 
Tunus ve Mısır’da soyguncu komprador iktidarlara karşı devrimci potansiyel taşıyan halk ayaklanmaları, önce Müslüman Kardeşler iktidarlarına yönlendirildi.Sert direnmeyle karşılaşınca, Tunus’ta eski rejim kadroları geri getirildi; Mısır’da baskıcı bir askerî rejim emperyalizmle uzlaştı. Daha da ötesi, Batı emperyalizmi, Libya ve Suriye’de,  cihatçı akımları açıkça besleyerek, donatarak, yöneterek insanlık trajedileri yarattı. Bunlara, kanlı ve kirli Afganistan, Irak, Yemen bilançoları da eklenmelidir. 
21’nci yüzyılın ilk on beş yılında Latin Amerika’nın yarısında neoliberalizme karşı halk muhalefetleri ılımlı ve radikal sol programlarla iktidara taşınmıştı. Ortak yönleri, Latin Amerika’da  ABD hegemonyasına son verme çabaları ve halk sınıfları lehine “yeniden dağıtım uygulamaları” oldu. Yerli burjuvazi, finans kapital ve Amerikan emperyalizmi, ne pahasına olursa olsun sol iktidarlara son verme işbirliği içindedir. Sivil, askerî  darbe, iç savaş yöntemleri etkili olmakta; gerici burjuva iktidarları yaygınlaşmaktadır. 
Bu örnekler tümüyle değerlendirilirse, günümüzdeki biçimiyle kapitalizmin ve çağdaş emperyalizmin sadece yıkıcı, tahrip edici bir nitelik kazandığı; tarih boyunca daima içermiş olduğu inşa edici, “yıkarken yapma” işlevlerini  külliyen yitirdiği ortaya çıkmıştır. 
Bir yandan meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiş olan; “miadı dolmuş” kapitalist sistem teşhisi; öte yandan anti-kapitalistbir dönüşümü hedefleyen örgütlerin zafiyeti… 
Teşhis doğru mudur? Bu açmaz aşılabilecek mi?  Bu soruların gündemine eğilen anti-kapitalist  düşünürleriüç grupta toplayabiliyorum. Birincisi, kapitalizm sonrasına sınıf mücadelesine dayalı örgütlü bir müdahale ile geçileceğini düşünenlerden oluşuyor.
İkinci bir görüş, kapitalizmin devrimci bir dönüşümle değil, çürüyerek, çözülerek son bulacağını ileri sürüyor.
Üçüncü grup, Marx’ın maddeci tarih tezini, devrim tarihi deneyimlerden soyutlayarak  çağdaş kapitalizme uyguluyor. Buna göre, üretim güçlerindeki  gelişimlerin kapitalist üretim ilişkileri ile uyumsuzluğu,  sisteme kendiliğinden son verecektir. 
Sırasıyla değerlendirelim.

Sınıf Mücadeleleri ve Kapitalizmin Sonu

Geleneksel Marksist-Leninist tezlere en yakın yanıt, Temmuz 2017’de, “İşçi sınıfının ve dünya halklarının Enternasyonalini yeniden inşa etmek zorundayız”  başlıklı bir çağrı yayımlayan Samir Amin’den geliyor .  
Çağrı, kapitalizmin yakın geçmişteki lekeli bilançosunu teşhirden hareket ediyor:Dünya çapında genelleşmiş bir proleterleşme, tekelleşme, sınıf tahakkümünün yoğunlaşması, finans kapitalin denetim-dışı büyümesi, reform potansiyelinin yitirilmesi, ekonomilerin durgunlaşması, temsilî demokrasinin fiilen tasfiyesi, askerî müdahalelerle Güney’i yeniden kolonileştirme eğilimleri vurgulanıyor. 
Samir Amin’in betimlediği tablo, kaçınılmaz bir kriz ve çöküntü analizine dayanmamakta; “bu derecede çürümüş bir sistemin sürdürülmemesi gerekir” yargısının “gerekçeleri”ni oluşturmaktadır. “Kapitalizmin günahları” listesinin, sadece iki öğesi, kronik durgunlaşma ile temsilî demokrasinin tasfiyesi, sistemin sürdürülemezliğiteşhisine dayanak olabilirdi. Ne var ki, Amin tespitlerini bu doğrultuda geliştirmiyor. Dolayısıyla çağrı, çağdaş kapitalizmin yargılanmasına ve “katli vaciptir”hükmüne bağlanmış oluyor. 
Amin’e göre, “kapitalizmin sonbaharını yaşamaktayız; ama halkların ilkbaharı  başlamamıştır.”Bu “ilkbahar”, kendiliğinden gelemeyecektir. Kapitalizme son vermek için örgütlü, kolektif bir müdahale gerekmektedir. Amin, sistem-karşıtı bugünkü muhalefetleri yetersiz buluyor. Yatay (anti-Leninist) örgütlenme biçimlerini yücelten bu akımlar,sistemi değiştirecek potansiyeli içermemektedir. Sosyalist perspektiften yoksun olduğu için, sistem-karşıtlığı eksik kalmaktadır. 
Bu açmazlar, İşçilerin ve Dünya Halklarının Enternasyonali’nin inşası ile aşılmalıdır.Amin, bu oluşumu bir yandan  19 ve 20’nci yüzyılların sınıf mücadelelerini uluslararası platforma taşıyan Enternasyonal’leri; bir yandan da 20’nci yüzyılın ulusal bağımsızlık hareketlerini hatırlatarak öneriyor. 
Amin’in, geçmişte, Üçüncü Dünya ülkeleri için, kapitalist dünya sisteminden denetimli bir kopmaya dayanan kalkınma stratejileri önerdiği ve Bağlantısızlar Hareketi’ni aynı doğrultuda bir gelişme olarak yorumladığı bilinir.  Bugün savunduğu “iki ayaklı Enternasyonal” önerisi, bir anlamda, bir Lenin-Mao bileşkesi olarak görülebilir. 
Sosyal tarih okulunun önde gelen temsilcisi Immanuel Wallersteinde hem “kapitalizmin sonu geldi” teşhisine katılmakta; hem de “cenaze”nin bir sınıf mücadelesi sonunda kaldırılacağını düşünmektedir .  
“Yapısal Kriz” yazısının ilk cümlesine göre, “kapitalizm bir sistemdir ve tüm sistemlerin bir ömrü vardır; hiçbiri ebedi değildir.” Buönerme, doğa sistemlerinden hareketle yapılmakta ve “orta ölçekli tarihsel toplumsal sistemleri” de kapsamaktadır(s.19). Doğa ve toplum sistemlerini aynı genel eğilimler (“var oluş, normal yaşam, yok oluş” aşamaları) içinde gören bu genelleme düzeyini olduğu gibi benimsemek bana mümkün görünmüyor. 
Wallerstein’e göre kapitalizmin ölüm fermanının tarihi, üç krizin çakışmasıyla kesinleşmiştir: 21’nci yüzyılın  başında. teknolojik değişimlerin sürüklediği son Kondratief çevriminin iniş aşaması, ABD hegemonyasının bunalımı ve yapısal bir kriz üst üste gelmiştir.
2008’de patlak veren kapitalizmin yapısal krizi, ona göre, kâr hadlerinin kalıcı olarak düşmesi sonunda oluşmuştur ve  kapitalizmin tanımlayıcı niteliği olan, sonsuz sermaye birikiminin sürdürülememesiile sonuçlanacaktır. “Sonsuz sermaye birikimini rehber alan modern [kapitalist] dünya sistemi 500 yıl sürmüştür… Devam edemez, çünkü denge durumundan çok uzaklaştı ve artık kapitalistlerin sonsuz sermaye biriktirmesine müsaade etmiyor. Alt sınıflar da torunlarının bu dünyayı miras alacağına artık inanmıyor. Sonraki sisteme dair mücadelenin sürdüğü yapısal bir kriz içinde yaşıyoruz.” (s.21, 47).
Wallerstein’in, ticaret yoluyla dünya çapında bütünleşen bir sistem olarak anladığı kapitalizm tanımının, Marx’ın emeğin metalaşmasına dayalı kapitalizm anlayışından farklılığı malumdur. Wallerstein burada, sonsuz sermaye birikimini ilave bir  tanımlayıcı nitelik olarak öneriyor. Bu ifadede içerilen sermaye birikimi, kapitalizmin  “normal” koşullarında geçerli olan genel bir özelliğidir; ama onu, “tanımlayıcı bir nitelik” olarak anlamak (bence) kabul edilemez.  Durgun, ancak sermaye-işgücü karşıtlığını koruyan kapitalizmlerin tarihsel örnekleri, uzunca dönemleri yaşanmıştır. 
Wallerstein’in “yapısal kriz” açıklamasının ekonomik dayanaklarında da geniş boşluklar vardır. Büyük önem verdiği sermaye birikim oranlarına ilişkin nicel göstergeler yoktur. Kapitalist dünya sisteminin Güney coğrafyasının bir bölümündesermaye birikim oranları,(metropol şirketlerinin de katkılarıyla) tarihsel rekorlara (Çin’de millî gelirin yüzde 45’ine) ulaşmaktadır. Bu olgu ile “sermaye birikiminin sürdürülemediği” teşhisi tutarsızdır.  Bir dünya sistemiolarak tanımlanan kapitalizmin, durgun ve dinamik iki kutuptan oluşması, Wallerstein’in  da incelemiş olduğu tarihsel örneklerle tutarlıdır.  Sistemin kaderi, gerileyen, durgunlaşan kutba niçin bağlı kalmalıdır?
Dünya sisteminin tarihi boyunca birkaç kez yaşanan  bir değişimi, Wallerstein günümüz kapitalizmi için geçersiz görmektedir: Üçüncü kriz öğesi olarak ileri sürdüğü“hegemonik güç  bunalımı”(geçmişte olduğu gibi) ABD hegemonyasının başkalarına devredilmesi ile niçin aşılmasın?   
Öte yandan Wallerstein, yapısal kriz teşhisine “alt sınıfların muhalefeti” öğesini ekleyerek, sistemin geleceğini, dünya çapında bir sınıf mücadelesine bağlamaktadır. Mücadelenin tarafları, Dünya Solu ile Dünya Sağı’dır. 
Dünya Sağı, Kapitalizmin Altın Çağı içinde emek ve sermaye arasında gerçekleşen tarihsel uzlaşmayı 1980 sonrasında bozan, neoliberal “tek seçenek” programlarını yerleştiren, gezegenin en varlıklı yüzde 1’inden oluşmaktadır. Bu blok, Altın Çağ’ın liberal değerlerini de reddetmiş; Batı’daki tutucu sağın  konumlarını benimsemiştir.
Dünya Solu, ise, bu politikaların tüm mağdurlarından, dünya nüfusunun yüzde 80’inden oluşmaktadır.  Öğeleri, sınıflara, ülkelere göre ayrışmamakta;üç muhalif akımaltında toplanmaktadır. 
Birincisi,  kapitalizmin altın çağı içinde dünyanın üçte ikisinde iktidarlarla tanışmış olan “Eski Sol”dur. Geleneksel işçi sınıfı hareketinin mirasçısı olan  komünist, sosyal demokrat partilerden ve Üçüncü Dünya’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin türevlerindenoluşmuştur.Bir anlamda, Samir Amin’in Enternasyonal çağrısının iki bileşeni kapsanmaktadır. 
“Eski Sol” zayıflamıştır: Sosyal demokrasi anti-kapitalist niteliğini yitirmiş; komünist rejimler çökmüş; “kalkınmacı devletler” tarihe karışmıştır. Bu akım, sosyalist veya kalkınmacı  programlarla muhalefete katılıyor ve geleneksel dikey örgütlenme yöntemleri ile iktidara el koymayı hedefliyor.
İkinci muhalif akım (“Yeni Sol”) ise, 1968-sonrasında filizlenen anti-kapitalist muhalefetlerin bir uzantısıdır. Wallerstein, Batı dünyasındaki 1968 kalkışmalarını “devrim” olarak niteler ve 2000 sonrasındaki Dünya Sosyal Forumları’nın muhalif çizgisine büyük önem atfeder. Bunlardan hareketlerden kaynaklanan Yeni Sol’a, 2008 çöküntüsünden sonra yükselen Syriza, Podemos, Melenchon hareketleri de katılmıştır. 
Wallerstein, cinsiyet, ırk, kimlik ayrımlarına karşı mücadeleleri oluşturan, çok-kültürlüğü, özgün halkları temsil eden   akımları da Dünya Solu’nun bir öğesi olarak öneriyor. (“Global Left vs Global Right from 1945 to Today”) 
Yeni Sol ve özgün akımlar, merkezsiz, hiyerarşisiz, yatay örgütlenmeye; “göreli demokrasi ve göreli eşitliğe”öncelik vermektedir(s.46). 
Küresel Sol’un hedefi, “kapitalizmin reformu değildir; onu izleyecek sistemdir. [Muhalif] güçlerdünya nüfusunun  yüzde 80’idir. Bu algılanırsa zafer kazanılabilir. Zirvedeki yüzde 1’e karşı savaş açıp, gerideki yüzde 19’u kendi saflarına çekmeye çalışılmalıdır.  Sınıf mücadelesi de tamı tamına budur.” (“Global Left vs Global Right from 1945 to Today”)
İktidar mücadelesinde devrimci (“sokak”) ve barışçı (“seçim”)  yöntemler birlikte geçerlidir. Halkların çektiği acıları azaltacak sol iktidarlar küçümsenmemelidir. (Dilemmas of the Radical Left)
Wallerstein, yeni sistemi (örneğin “sosyalizm” gibi kavramlarla) adlandırmaktan, hatta öngörmekten uzak duruyor: “Mevcut sistemdeki temel özellikleri, hiyerarşiyi, sömürüyü ve kutuplaşmayı koruyan bir yeni sistem de mümkündür. Kapitalizm bu özelliklere sahip tek sistem değil ve yeni sistem kapitalizmden çok daha kötü olabilir… Alternatifi de görece demokratik ve görece eşitlikçi  bir sistem…Tarih kimsenin yanında değil…Tercih ettiğimiz dünya sistemine ulaşma şansımız en iyi ihtimalle yarı yarıyadır.”(Yapısal Kriz, s. 47). 

Kapitalizmin Çürüyerek Son Bulması
Almanya’dan bir sosyal bilimci, Wolfgang Streeck, kapitalist sistemin bunalımını iktisadî etkenlere yoğunlaşarak açıklıyor  ve bir anlamda, Amin ve Wallerstein’in boşluklarını dolduruyor. 
Streeck, Altın Çağ dönemini izleyen yılların kapsamlı bir eleştirisini getiriyor. Sistem, beşli bir tıkanmaya dayanmıştır: Durgunlaşma, oligarşik bölüşüm, yolsuzluk, kamusal varlıkların yağması ve küresel anarşi… 
Bu bozulma öğelerini sıraladıktan sonra Streeck, ayrıntılı bir kapitalizm eleştirisine giriyor: Altın Çağ’ın, kapitalizme ilk kez yaygın bir meşruiyet taşıyan sınıflar-arası uzlaşması çökmüş; sistemin varlığını güvenceye  alan demokrasi fiilen yok olmuştur (ss.22, 78, 110, 190, 215). Emperyalizm, tahrip gücünü korumaktadır; inşa,  yenileme potansiyelini ise yitirmiştir.(s.35). Bölüşüm kayıpları ve durgunluk, nesnel gereksinmelerin ötesine taşan bir tüketim tutkusuyla aşılmaya çalışılmaktadır (ss.44, 65, 100). 
Streeck’e göre kapitalizmin geçmiş dinamizmi, sistemin özünde yatan “piyasaların sınırsız genişlemesi, her şeyin metalaşması”  eğilimlerifrenlendiği ölçüde gerçekleşmişti. Neoliberal dönemde, bu işlevsel frenler tasfiye edilmiştir.
Kapitalizmin çözülmesi, Streeck’e göre, sosyalist bir dünya sisteminin varlığından esinlenmiş olan Eski Sol’un tarihe karışması ile eşzamanlı başlamıştır. Yeni sol muhalefetler etkisizdir. “Muhalefetsizlik, kapitalizmin lehine değil, aleyhinedir.” Yeni bir düzen için mücadele eden örgütlü, etkili alternatifler yoksa, kapitalizm çöküş aşamasına tıkanıp kalacaktır. Sonuç, içsel çözülme, çürümedir (ss. 35-37).  
Bu anlatım, “kapitalizmin sonunu bir olay değil, bir süreç olarak algılamaktadır”  (s.58).  İnsanlar, “kapitalist toplumların enkazını, kolektif kurallardan ve yükümlülüklerden yoksunluğu, ‘canını kurtaran kaptan’ ideolojileriniözümsedikleri sürece… bu geçiş toplumu sürebilecektir.” Yeni bir düzen seçeneğinin ortaya çıkması için bu ideolojik hegemonyayı sarsan bir büyük krizin veya çöküntünün patlak vermesi gerekiyor. Bugün bu ortamda değiliz  (s.46).
Streeck’in çağdaş kapitalizmle ilgili tespitleri, eleştirileri  doğrudur. Ancak, bir anlamda, Altın Çağ’ın son bulmasını, “kapitalizmin sonu” olarak gören bir yanılgıya  dayandığı için sorunludur.
Neoliberal dönem, sermayenin sınırsız tahakkümünü sağlayan bir program olarak yorumlanırsa; kendi hedefleri açısından başarıya ulaştığı da belirlenirse, “kapitalizmin sonu” değil; tarihsel bir başarısı söz konusudur. Bu “başarı”, niçin kalıcı olmasın? Streeck’in bu soruyu tartışması gerekirdi. 
Sanayi devrimini de  kapsayan vahşi kapitalizmin, sistemin en dinamik dönemlerinden biri olması göz ardı edilebilir mi? Sistem-karşıtı sınıf mücadelelerinin neoliberal dönüşüm sonrasındaki zafiyeti, bu tarihsel başarının tekrarını sağlamış olamaz mı? Streeck bu sorularla hesaplaşmamakta; güncel kapitalizmin betimlenen bozukluklar içinde süregelmesinin iktisat mantığı açısından imkânsızlığını açıklamaya kalkışmamaktadır.
Bir anlamda, Samir Amin gibi, “bu bozuklukları içeren sistem son bulmalıdır” yargısı, sistem-dışı alternatiflerin yokluğu ile birleşince çürüme / çözülme teşhisine yol açmaktadır. Streeck’in anti-kapitalist dünya görüşünün belirlediği “çürüme” olgusu, burjuva ideologlar tarafından “küreselleşmenin zaferi” olarak ilan edilmedi mi? 
Ancak Streeck, bir noktada, kötümserliğini frenliyor. Kapitalizm dışı düzen seçeneklerinin gündem dışı görünmesine rağmen, okurlarını düşünsel  bir sorumluluğa davet ediyor: 
“Sosyalizm ve hatta komünizm gibi kavramları unutmamalıyız… Daha özgeci (diğergâm), daha ortaklaşa…hayat tarzlarına bugün daha çok gereksinim duyuyorsak, bunu en iyi ifade edecek kavramlar bunlar değil midir? İnsanların ortaklaşa geleceğini paylaşarak denetleyen… toplumsal bir örgütlenmeyi bu kavramlarla değilse nasıl adlandıralım?”  (s.234).

Üretim Güçleri ve Kapitalizm Sonrası

Kapitalizmin tarihe karışacağını öngören bir diğer sosyal bilimci Randall Collins’tir . Collins, üretim güçlerinde emek verimliliğini hızla yükselten gelişmelerin, kendiliğinden bir devrimci çöküntüye yol açarak  kapitalizmin sonunu getireceğini düşünüyor. 
Collins’in üretim güçlerindeki ilerleme ile kastettiği,  Marx’tan bu yana vurgulanan “emekten tasarruf eden makinelerin… yarattığı teknolojik işsizlik” değildir. Kapitalizm, sanayi devrimi sonrasında bu süreci, yeni teknolojileri, sektörleri geliştirerek, bazen şişirerek aşabilmişti. 
Collins’in vurgulaması, verim artışlarının  hizmet sektörlerinde, beyaz yakalı işçilere ve orta sınıfa yansıyan sonuçları üzerindedir: 21’nci yüzyılda, “makineleşmeye elektronikleşme ve robotlaşma… eklendi…Beyaz yakalı çalışanlardan, yönetici ve memur işçilerden  oluşan   muazzam bir orta sınıf yüksel[di]… Bilgisayarlaşma, internet ve yeni mikro-elektronik[lere  dayalı]… son teknoloji dalgasında iletişimsel emeğin, yönetici kadroların ortadan kalktığını, orta sınıfın küçüldüğünü görüyoruz.”
“Makineleşme yüzünden işçi sınıfı küçüldüğünde, kapitalizm orta sınıfın yükselişiyle kurtulmuştu… Kapitalizm bu ikinci işsizlik dalgasını sağ atlatamayacaktır.”  Çünkü, geçmişte kapitalizmi teknolojik işsizliklerden kurtarmış olan yöntemleri tekrarlama, onlara sığınma imkânı 21’nci yüzyılın ortalarında tükenmiş olacaktır (s.50). 
Randall Collins, çeşitli telafi olasılıklarını tartışıyor ve hizmet sektörlerinde yoğunlaşan teknolojik gelişmelerle birlikte,Batı kapitalizminde orta sınıfların kitlesel işsizliğinin kaçınılmaz olacağında ısrarlı oluyor.
Geçmiş sanayi devrimlerinde istihdamın daralmasın önleyen yeni ürünlerin yarattığı yeni işler, bugünkü ortamda bir “kaçış yolu” değildir. Robotların yeni robot tasarımları yapabilme potansiyeli ve yapay zekâ alanlarındaki gelişmeler bu seçeneği sınırlayacaktır. İletişim teknolojisi, Batı’nın gereksinimleri için Üçüncü Dünya emeğini istihdam ederken “üst orta sınıf emeği homojenleşerek [dünya çapında]tek bir emek piyasası” oluşmaktadır. Ücretler alt  düzeylerde eşitlenmekte; Batı’da “yüksek  düzeyli teknokratik emek ortadan kalkmakta; uzmanlar önceki dönemde hiç görmedikleri bir rekabetle ve varoluş belirsizliğiyle karşı karşıya” gelmektedir.
Collins’e göre, hızlanan finansallaşma bir çıkış yolu olamaz. Finans, bilgisayarlaşma temposu en hızlı gelişen sektörlerden biridir ve diğer sektörlerdeki istihdam daralmasını telâfi edemez. Neoliberal “kemer sıkmacı” saplantılar, devlet  istihdamını. sınırlamaktadır. “Bilgisayarların, uyduların, uzaktan kumandalı aletlerin koordine ettiği, robotlaşmanın öne çıktığı” savaş teknolojileri sayesinde, “20’nci yüzyılda gözlenen devasa ordular şüphelidir.” 
Collins, kısa vadeli bir çıkış yolu olarak Batı kapitalizminde gözlenen “diploma enflasyonu” üzerinde duruyor. Yüksek eğitim giderek daha fazla sayıda insanı aktif nüfustan çekmekte; “küçülen emek havuzundan kaçanlar okullara sığınmakta;… bir şekilde finanse edilebileceği sürece eğitim gizli Keynesçilik işlevi görmektedir… Ama masraflar söz konusu  olunca işler değişir.” 
Eğitimi internet yoluyla ucuzlatma eğilimleri sektör istihdamını daraltmaktadır. Devletçe finansmanın sınırları bugünden aşılmıştır. Maliyetler yükseldikçe özelleştirme baskıları artacaktır.  Özel finansmanın tipik örneği olan ABD’de öğrenci kredileri şimdiden millî gelirin yüzde 10’una ulaşmaktadır. “Teknolojik işsizlik ve diploma enflasyonu yirmi yıl daha devam ettiği takdirde kredilerin payı GSMH’nin %50’sine ulaştığında ne olacak?”  Finansman maliyeti çok yüksek bir yedek emek ordusunu eğitim sistemi içinde tutmak, kapitalizmin mantığıyla uzlaşmaz  (ss.54-69).
Randall Collins, açık, eğitime yığılmış türden gizli, yapısal öğelerden oluşan teknolojik işsizliğin beyaz yakalıların katılımıyla 2040’ta %50 oranlarına ulaşabileceğini öngörüyor. Bu ortam, “askerin, polisin maaşlarının [dahi] ödenemeyeceği devletin malî krizi,…hükümetlerin meşruluğunun bitmesi,… iktidar boşluğu,… toplumsal  hareketlerin başarıyla örgütlenmesi ve… bir genel anti-kapitalist devrim” ile sonuçlanacaktır:Sonuç: “Zenginliği emek piyasası ve kâr etme sisteminin dışında yeniden dağıtan bir sistem…” (ss.71-74). 
Bu, bir anlamda, (Samir Amin’in önerdiği gibi) sosyalist üretim ilişkilerinin yeniden keşfedilmesi demektir.  Ancak, Collins’in devrim öngörüsü, Amin ve Wallerstein’in tasarladığı türden iktidarı hedefleyen örgütlü bir mücadele sonunda değil,  kapitalizmin sürdürülemez hale geldiği bir noktada, kendiliğinden gerçekleşecek bir patlamadır. Biçimi, programı, içeriği bugünden öngörülemez.
Randal Collins’in çizdiği gelecek dünyası, Batı kapitalizminin yakın geçmişteki gelişmeleri ileriye taşınarak tasarlanıyor: Maddî üretim Güney’e (Çin’e) taşınmıştır. Teknolojik işsizlik hizmetler alanında yaygınlaşıp tamamlanınca, faal nüfusun artan oranları (“orta sınıflar”) istihdam dışında kalacak; emeğin metalaşma alanı daraldıkça, kapitalizm gerileyecek; sonunda sürdürülemez duruma gelecektir.
Collins, belirlediği eğilimlerin kapitalist dünya sisteminin “yükselen” çevresini (Çin’i) bugün tam olarak kapsamadığını kabul etmektedir. Sanayide, maddî üretimde teknolojik işsizlik dünya çapında tamamlanmamıştır.   Çin (ve diğer “Güney” coğrafyası), yüzlerce milyon işçisiyle, “dünyanın yeni  fabrikası” olmuştur. En azından şimdilik, Batı sermayesinin önemli bir bölümü, Güney işçilerinin yarattığı artık-değere el koyarak varlığını sürdürmektedir. 
Bu çerçeveye oturan ilginç bir tespit, emeğin çok bol, ücretlerin düşük olduğu Güney coğrafyalarında maddi üretim alanlarında dahi, robotlaşmanın yaygınlaşmasıdır.  Sanayileşmesi, yabancı sermayenin sürüklediği ucuz işgücüne dayanmış olan Çin, robotlaşma temposu bakımından ilk sıraya yerleşmiş; 2016’da dünya robot üretiminin üçte birini gerçekleştirmiştir . 
Collins’in vurgulamasının kapsamını genişletelim: Maddi üretimde robotlaşma, hizmet sektörlerine özgü, teknolojik işsizliğin hızlanmasıyla birleştirilirse, kapitalizm, tuhaf ve çarpık bir mantığa, adeta “mazoşist bir tutku”ya savrularak işçi sınıfını yok etmeye çalışmaktadır.  İşçi sınıfının (emeğin metalaşmasının) son bulmasının, kapitalizmin de sonu olacağını algılamadan… 
Collins, bu asimetrik gelişmenin taşıdığı gerilim potansiyeline de değiniyor: Beyaz yakalı işsizliğin yaygınlaşması sonunda anti-kapitalist devrimlerle sarsılan Batı ile “hâlâ ayakta olan başka kapitalist devletler, mesela Çin” arasındaki olası karşıtlık nasıl sonuçlanır? Collins,  kurgu-bilime savruluyor: “Evrensel bir eğilim olan kapitalizmin yapısal krizi” sonunda Batı’daki devrimlerin yarattığı “anti-kapitalist rejimler…,dik kafalı kapitalist devletleri[Çin’i]  yola getirecektir.”(ss.75-76).
Paul Masonda kapitalizmin sonunu, üretim güçleriningelişimine bağlıyor; ancak vurguladığı gelişim biçimi, Collins’in öngörülerinden farklıdır. 
Mason, incelemesine, doğrudan doğruya Marx’ın yukarıda aktardığım önermesi ile başlıyor: “Üretim güçleri ile kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluğun toplumsal bir devrim ortamı oluşturması” bugün gerçekleşmiştir ve kapitalizmin sonunu gündeme getirmiştir .
Ancak Mason, bu önermedeki “üretim güçleri” kavramını, genellikle anlaşıldığı gibi sanayideki veya Collins gibi hizmetlerdeki teknolojik koşullarda incelemiyor. Yine Marx’a dönüyor ve onun, “makinelerde, teknolojide içerilen bilginin toplumsal bir üretim gücü” olduğu tespitine ağırlık veriyor. Böylece, özellikle bugünün koşullarında,“bilgiye dayalı üretim güçleri ile toplumsal ilişkiler arasındaki çelişki kapitalizmin temelini havaya uçurmak için maddi koşulları oluşturur.” (ss. 195,196). 
Mason, kitabında, günümüz kapitalizminde bilgi artışının boyutlarını ayrıntılarıyla anlatıyor. En ileri teknolojiyi içeren makinelerde, araçlarda bilginin giderek hızlanan bir tempoda  içerilmesi;ağlar yoluyla paylaşımının kolaylaşması; maliyetinin düşerek  sıfıra yaklaşması bu üretim gücünün dinamizmini betimlemektedir. Sınırsızlaşmaya yaklaşan  bolluk, fiyat mekanizmasını köstekleyecektir. Bilgi, mülkiyet haklarına dayalı piyasa mekanizmasının işlemesine uygun değildir; normal çözüm toplumsallaşmasıdır. Ne var ki, kapitalizm, devleti, yasaları denetleyerek;yapay tekelci uygulamaları zorunlu halegetirerek bu devrimci olanağı, yani bilginin toplumsallaştırılmasını önlemiştir (ss.164-177).
Kapitalizm öyle bir noktaya gelmiştir ki, “bilgi teknolojisi, emeği üretim süreci dışına itiyor; …bazı kâr modellerini yerle bir ediyor; psikolojik olarak bedelsiz [bilgiye] alışmış bir tüketiciler kuşağı yaratıyor… [Aynı zamanda] küresel bir krizi tetiklemiştir; bu kriz sırasında gelişmiş ülkelerin yoksul yurttaşları son birkaç sentlik kredilerini cep telefonları için harcarken bile çöp sepetlerinden yiyecek arar duruma düşmüşlerdir” (s.188).
Üretim güçlerinin (bilginin) gelişim biçimi ile kapitalist üretim ilişkileri arasında böylece oluşan çatışma, Mason’a göre de Marksist öngörüdeki devrim ortamını hazırlamıştır. “Bilgi teknolojisiyle birlikte, ütopyacı sosyalist projenin büyük kısımları olabilirlik kazanmıştır”(s.26). 
Peki bu devrim, nasıl, hangi “aktörler” aracılığıyla hayata geçirilecektir? Paul Mason, Lenin’in Ne Yapmalı?’da vurguladığı temel tezi hatırlatıyor: İşçi sınıfının kendiliğinden bilinci sendikal bilinçtir.  Sosyalizme dönük devrimci bilinç işçi sınıfına dıştan; devrimci kuramı taşıyan öncü bir parti tarafından verilir. Mason, bu tezin doğruluğunu kabul etmektedir, ancak, tarihsel örneklere dayanarak ileri sürmektedir ki, Batı işçi sınıfı, geçen yüzyılın büyük bölümünde “dıştan verilecek devrimci bilinci”  özümsememiş;sendikal bilinç düzlemi içinde, dolayısıyla reformizm gündemiyle mücadeleyi yeğlemiştir. Bugünün koşullarında da, kapitalizme son verecek devrimci bir aktör değildir (s.249, 262). 
Mason, temel soruyu, bu “olumsuz” yanıtla geçiştiriyor ve kapitalizm sonrasına örgütlü bir sınıf mücadelesi, öncü bir aktör gerektirmeyen “kendiliğinde” bir geçişi öngörüyor:“İnsan soyunun tarihindeki en yüksek eğitimli ve bağlantılı kuşak, eşitsizliğin fazla olduğu durağan bir geleceği kabul etmeyecektir” (s.64). Dikkat edilirse, bu “yüksek eğitimli kuşak”, kapitalizmin pasif bir reddiyesi dışına geçen bir iktidar mücadelesi içinde olmayacaktır. Dolayısıyla, “post-kapitalizm,… feodalizmden kapitalizme geçişe benzeyecektir” (s.314-315).
Sonrası, ütopik sosyalistlerin tasarımları ile Engels ve Lenin’in devrim sorası devleti ile ilgili “nesnelerin yönetimi” öngörüsünün bir derlemesini andırmaktadır:“Kilit ilke, toplanan bilgiler üzerinde demokratik toplumsal denetim kurmak ve bu bilgilerin devletlerce veya şirketlerce tekelleştirilmesini ya da istismar edilmesini önlemektir…Devlete ne olur? Zamanla gücünü gitgide yitirir; en sonunda da onun işlevlerini toplum üstlenir. Yüzde 1’lik kesime ne olur? Yoksullaşırlar ve bu yüzden daha mutlu olurlar. Çünkü zengin olmak zordur” (ss. 357, 385).
Günümüzde kapitalizmi ve emperyalizmi yöneten egemen güçlerin, ödünsüz direnme ve amansız sınıf mücadelesi verme potansiyelini, eğilimlerini bilmesi gereken Paul Mason’un bu iyimserliği, hayranlık uyandırmalıdır. 
Sonuç Yerine Eski Bir Fantezi 

Bu yazıya son vermeden önce, kapitalizm-sonrası toplumlar üzerinde çeyrek yüzyıl önce yayımladığım iddiasız bir fanteziyi dekısaltarak, küçük eklentilerle aktarmak istedim.
Ergun Türkcan, Toplum ve Bilim’in Bahar 1991 sayısında, “Sanayi Öte¬si Toplumda Para, Emek ve Devlet Üzerine Kısa Bir Deneme” yayımladı. Ben de Türkcan’ın modelinin bölüşüm sonuçlarınıderginin aynı sayısında tartıştım . 
Türkcan, bilgisayar ve elektronik tekno¬lojisinde öngörülen bazı değişimlerin, hem bildiğimiz para sistemini “tarihin çöp sepeti”ne atabileceğini;hem de bu “yeni dünya”nın geleneksel devleti yok edebileceğini ileri sürmekteydi. 
Yukarıda incelenen Collins ve Mason’un öngörüleri, kapitalizmin maddi üretim alanlarındaki teknolojik gelişiminin  tamamlanmış olduğunu varsaymakta; daha sonrası (hizmetler ve bilgi üretimi) ile ilgili uzantılarla ilgilenmektedir. 
Türkcan’ın yazısı ise, bu iki düşünürün incelemekten kaçındığı varsayım üzerine odaklanmıştır:Maddi üretim alanlarında teknolojik devrimin tamamlandığı nokta, nasıl bir dünyadır? 
Yanıtı özetliyorum: Robotların ürettiği robotlar tarafından üretilen tüm sa¬nayi ve tarım ürünlerinin serbest mal olduğu; hizmetlerin hizmetlerle değiştirildiği;hizmet üreticilerinin kural olarak bireysel (küçük) üreticiler olduğu; mübadele aracının merkezî bir banka veya planlama örgütünce çıkarılan, hesabı tutulan  birelektronik para olduğu bir ekonomi…
Bu ekonomide değer ve bölüşüm ilişkileri nasıl oluşur; nasıl işler? Ben bu soruları tartışmaya çalıştım. 
Sanayi, tarım, ulaştırma sektörlerinde üretilen serbest mallar mübadele edilemez; piyasaları yoktur.  İnsan emeği¬nin fiilen devreden çıktığı robotlaşmış bir üretim teknolojisinde, değer ve artı değer kavramları geçerliliklerini yitirir. İşçilere, teknisyenlere ve mühen¬dislere ait olan tüm üretim işlevleri (kendi kendilerini üretme ve yenileme “yetenekleri”ne de sahip olan) robotlar tarafından devralınmıştır. İşçi sınıfı yok olunca bur¬juvazi de yok olur; dolayısıyla kapitalist üretim ilişkileri de ortadan kalkar. Buralarda tek “mümkün” mülkiyet biçimi, toplumsal mülkiyet olarak görünüyor. 
Geride, sadece hizmetlerden oluşan bir mübadele ekonomisi kalıyor. Burada, mübadele değerlerinin (göreli “fiyatlar”ın) belirlenmesinde, Marx’ın “metaların basit dolaşımı”, Adam Smith’in ise, "o erken ve kaba toplum biçimi" için tasarladığı “emek-değer kuramı”nın  en saf biçimi geçerli olur.
Farklı bir ifadeyle, üreticiler, kendi hizmetlerine, Türkcan’ın elektronik parası aracılığıyla tamamen keyfi değerler biçseler bile, hizmetler arası değişim değerlerinin, her hizmetin içerdiği emek miktarı ile belirlenebilmesi dışında bir denge durumu söz konusu olamaz.Niteliksiz hizmet türleri arasında emek tam akışkandır: Herhangi bir hizmet türünün (talep artışı nedeniyle veya tesadüfen) sistematik olarak “pahalılaştığı”gözlenirse, hizmet üreticileri düşük fiyatlı hizmetleri terk ederek pahalı hizmeti “üretmeye” ve sunmaya başlayacaklardır; ta ki, iki hizmet arasındaki değişim oranı emek zamanı içeriklerine eşit olsun. Adam Smith’in deri ve et arasındaki mübadele değerleri için verdiği örnek geçerlidir: Et talebi (fiyatı) artınca, avcılar, kunduz avından geyik avına kayarlar.
Hizmetler arası farklılığın niteliksel olduğu; yani eğitim ve deney ile elde edi¬len nitelikli emek tarafından üretilen hizmet türleri için ne söyleyebiliriz? Burada, hizmet tür¬leri sadece dolaysız olarak içerdikleri emek-zamanları ile değil, nitelik farklarını içeren belli katsayılar da kullanılarak ayrışmalıdır. Bu kat¬sayılar, sözü edilen nitelik ve beceriyi kazanmak için gerekli eğitimin veya dene¬yimin  elde edilmesinde sarf edilen zaman ve zahmeti yansıtacaktır. 
Bu saptama sonrasında sözü geçen “tam akışkanlığın”, nitelikli hizmet türleri arasında da geçerli olduğunu; ancak burada daha uzun bir sürenin söz¬ konusu olduğunu kabul edebiliriz. Diyelim, sanatseverlerin zevk¬leri operadan baleye doğru kaysa, bale gösterilerine girişin elektronik bedeli, opera "fiyatı”nı belirgin biçimde aşacak; konservatuarların opera bölümlerinden bale bölümlerine öğrenci ka¬yacak ve birkaç yıl sonra her iki hizmet türünün fiyatı arasındaki oran içerdikle¬ri basit + nitelikli emek zamanları tarafından belirlenecektir.
Ricardo’nun ve Marx’ın çözmeye çalıştıkları mübadele fiyatları ileemek zamanlarına göre tanımlanan değerler arasındaki sapma burada söz konusu olmayacaktır. Zira bu sorun, bir kere sermayenin organik bileşimleri farklılık gösteren birden fazla sektör varsa; ikinci olarak da her sektörde kâr oran¬larının eşitlenmesine yol açan rekabetçi bir kapitalizm varsa doğar.
Türkcan’ın dünyasında ise maddi üretim sektörlerinde, üretim araçları (robotlar) üzerinde özel mülkiyet ve kapitalist bir örgütlenme biçimi yoktur.Hizmet üretimi, ya ta¬mamen bireysel “küçük” üretim olarak ortaya çıkacak; ya da, yukarıdaki bale - opera örneğinde olduğu gibi, üreticilerin bilgi, beceri ve örgütlenme yeteneklerinin (yani emeklerin) birleştirilmesinden doğan bir “kooperatif türü” örgütlen¬me içinde toplu hizmet sunumu söz konusu olabilir. Bu “kooperatif”, hizmet tüke¬ticilerinden topluca sunulan hizmet için (elektronik para birimi ile tanımlanan) belli bir “fiyat” talep eder ve emekçiler arasında paylaşım, her “kooperatif üyesinin” emeğinin niteliği ve niceliğine göre belirlenir. Emek-değer kuramı burada da geçerlili¬ğini korur.
Robotlar sistemi, Planlama Örgütü (ve/veya Merkez Bankası)ile eğitim-sağlık sistem-leri, sanayi ötesi toplumda devletin ana öğeleridir. Dikkat edileceği gibi, bu, sı¬nıfsız bir toplumdur ve bu öğeleri ile devlet, sınıflı toplum devletlerinin gelenek¬sel baskıcı işlevlerini içermez. Burada, Marksist gelenekte, kapitalizm sonrası toplumlar için “nesnelerin yönetimi” ifadesi ile kastedilen çok sınırlı bir devlet işlevi ile karşı karşıyayız.
Sözü geçen “nesnelerin yönetimi”, insan hayatıyla ilgili çeşitli konu¬larda farklı seçeneklerin var olmasını; dolayısıyla karar alma süreçlerini dışla¬maz. Sanayi ötesi toplumun üretim güçlerinin, özellikle elektronik ve bilgisa¬yar teknolojilerinde gözlenecek olan gelişkinlik düzeyi, bu anlamdaki devlet yö¬netiminin, bir doğrudan demokrasi biçiminde örgütlenmesinin önkoşullarını da getirecektir. 
Yurttaşlar, kendi kaderlerini ilgilendiren tüm konularda karar alma sürecine dört - beş yılda bir seçtikleri temsilcileri aracılığıyla değil, günü gününe ve doğrudan katılma imkânına sahip olacaklardır. Türkcan’a göre, herhangi bir kolektif karar, her “abone”nin merkezî terminale bağlı kendi bilgisayarını kulla¬narak veya bireylere ait tüm işlemlerin işlendiği “smart card” (bugünkü teknoloji diliyle “akıllı telefon”) aracılığıyla oyla¬narak alınabilecektir. Böylece temsilî parlamentoların ve merkezî devlet aygıtının tarihe karışacağı bir doğrudan demokrasi oluşacaktır. 
Ne var ki, doğrudan demok¬rasinin bu elektronik türü, eski Yunan’ın veya barbar toplumların, insanları bir araya getirerek ve tartıştırarak gerçekleştirdiği demokrasi gibi sıcak ve “birlikte” değildir. İnsanlar tercihlerini tek başlarına ve bilgisayarları (veya “akıllı telefonları”) aracılığıyla topluma yansıtıyorlar. 
Yine de, dev¬letin yok olmaya başladığı bir siyasi rejimden söz ediyoruz. Faal nüfus için¬de emeği ile geçinmeyen insanların olmadığı bu toplum biçimi, bir emekçiler demokrasisidir. “Nesnelerin yönetimi” üzerinde uzmanlaşmış bir aygıtı yönetenlerin de “hizmet üreticisi” oldukları; opera ve bale sanatkârları gibi, ancak tüm yurttaşlara açık  bir “kooperatif örgütlenmesi” içinde bulundukları da düşünülebilir. Pek de yaratıcı ve çekici olmayan bu tür “hizmetler” için yeterli arz yoksa, “yöneticiler”, niçin kura ile belirlenmesin? 
İlginç bir biçimde Türkcan’ın fantezisi, yani sanayi ötesi dünyanın ekono¬mik ve toplumsal yapısı, üretim güçlerinin bu aşırı gelişkinlik düzeyi içinde bizi Adam Smith’in “o erken ve kaba toplum biçimi”ne geri getirmiş oluyor. Üreti¬cinin yarattığı değerlere katkıları oranında, doğrudan ve dolaylı olarak tümüyle sahip çıkabildiği ve mübadelenin tekrar “eşdeğerlerin değişimi” biçimini aldı¬ğı bir ekonomi...
Keza, üreticilerin ve yurttaşların, “nesnelerin yönetimi”ne, yani devlet işlevlerinin ifasına doğrudan katılabildikleri “barbar” veya “antik” top¬lum biçimleri, siyaset düzleminde de tekrar üretilmiş oluyor. Türkcan’ın sözle¬riyle, “insanın bazı basit güzellikleri yeniden keşfedebilmesi için, çok ileri tek¬nolojileri denetim altına alması gerekiyor”. 
Fakat burada sadece uzak bir gele¬ceğin üretim güçlerinin yaratacağı olanaklar değil; aynı zamanda “yeniden keşfedilen” basit ve eski güzellikler söz konusu: İnsanlık tarihinin geç-mişinde yaşanmış; toplumların kolektif belleğinden hiçbir zaman tamamen si¬linmemiş bir şeyler; bu nedenle de insanlığın yüzyıllar boyunca ütopyasını kurmakta hiç vaz¬geçmediği özlemler..
Reel sosyalizmlerin çöküntülerinden  kaynaklanan hayal kırıklıklarının bu kadar yaygın olduğu bir zamanda, hem bir ütopya hem de bir gelecek kurgusu olarak, sınıfsız, sömürüsüz ve (geleneksel biçimiyle) devletsiz toplumu yeniden “keşfeden” sanayi ötesi toplum fantezilerini canlı tutmamız; geliştirmemiz güzeldir. 
*** 

1991’de kaleme alınmış Türkcan / Boratav fantezisine, şimdi de (yirmi altı yıl sonra) eleştirelgözle bakacağım. 
Geçmişin basit güzelliklerini yeniden keşfeden sanayi-ötesi toplum fantezisi de “güzeldir”; ama robotların özel mülkiyetine son verilmesini gerektirecek kritik bir ara-aşamayı gözden kaçırmaktadır.
Kapitalizmin tarihi boyunca, sermaye hâkimiyetinin tehdit altında görüldüğü her tarih aşamasında, burjuvazilerin devlet güçlerini nasıl seferber ettiğini; hâkimiyetini, gerekirse kan dökerek  nasıl pekiştirdiğini dikkate almıyor.
Tipik bir örnek, Streeck’in yitirilmesini hüzünle andığı Altın Çağ’dır. 1960’lı-1970’li yılların içinde, sınıflar-arası dengenin emekten ve “mazlum halklar”dan  yana  döndüğü; demokratikleşmenin  hızla genişlediği; üretim güçlerindeki gelişmenin, hızla aşınan artı-değere rağmen büyüme temposunun sürdürülmesine imkân verdiği bir tarih dilimini yaşadık. Sınıflı kapitalist toplumların bünyesinde azalan eşitsizlikler, emekçilere açılan demokratikleşme, sömürü ilişkilerinin aşınması  gibi gelişimler, bazı “eski güzellikler”in hatırlanmasını mümkün kıldı. 
Daha “güzel” bir dünya ufukta belirirken, burjuvazi, bu güzelleşmeyi sınıfsal bir karşı devrimle önledi. Karşı devrimin simgelerinden biri Thatcher’in insafsızca ezdiği madenciler grevidir. 
Paul Mason’un yüksek burjuvazi için kapitalizm-sonrası öngörüsünü hatırlatayım: “Yüzde 1’lik kesime ne olur? Yoksullaşırlar ve bu yüzden daha mutlu olurlar. Çünkü zengin olmak zordur…” 
1979-1980 sonrasında, Mason’un ifadesine göre, “yoksullaşarak mutlu olma” seçeneği karşısında Batı burjuvazisi niçin karşı devrimi seçti? 
Çünkü, kapitalizmin doğası (aynen akrebinki gibi) değişemez; sistemin parametrelerinden vazgeçmeyi sineye çekemez. 
Bu nedenle, kapitalizme son verecek adımın asla “kendiliğinden” gerçekleşemeyeceği; örgütlü ve bilinçli bir sınıfsal müdahalenin zorunlu olduğu kabul edilmelidir. 
Dolayısıyla Collins’in, Mason’un iyimser öngörülerini ve Türkcan / Boratav fantezisini bu zorunluluğu ekleyerek “düzeltmek; düzeltirken de zenginleştirmek” gerekecektir. 

Yorumlar

Son haftanın en çok okunan 10 yazısı

IPTV World Forum İstanbul'un ardından

Bu satırları yazarken etkinliğin ikinci günkü programı devam ediyor. İki günlük, oldukça yoğun program tam zamanında başlaması, zaman çizelgesine uygun devam etmesi ile uluslararası bir organizasyon olduğunu belli etti. Katılım ücretinin yüksekliğinin getirdiği en önemli sonuç etkinlik izleyicilerinin gerçekten ilgili kişiler olmasıydı. Sadece ilk gününü takip edebildiğim etkinlikte TTNet ve AirTies CEO'ları gibi çok üst düzey konuşmacılar söz aldı. Oturumların araları, toplantı salonunun önündeki fuayede kurulan sergileri gezmek için yeterli uzunlukta tutulmuştu.  İstanbul'un en kolay ulaşılabilen otellerinden birisi olduğunu düşündüğüm Mövenpick'in seçilmiş IPTV Forum için. Levent metrosunun çıkışında yer alan otel, aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet köprüsünün dibinde. Levent metrosundaki otobüs duraklarında Sabiha Gökçen havaalanına direkt giden İETT otobüsü kalkıyor. Zaten Atatürk havaalanına raylı sistemle, aktarmalar yaparak ulaşılabiliyor. Sabah 6 uçağı Atatürk hav

bir kez daha, nedir bu sayısal karasal televizyon?

Blog sayfamda DTT etiketiyle yayınlanmış 100'e yakın içerik bulunsa da, geçenlerde buluştuğumuz lise arkadaşlarımın sorusu üzerine, bir kez daha yazmaya karar verdim. Bilenler, okumadan geçebilir. Bilmeyenler ve sektörün uzağındaki kişiler düşünülerek hazırlanmış bir yazıdır.  Soru - yanıt şeklinde kurgulanmış yazılarımın daha çok okunduğu gözlemi üzerine, buyurun sık sorulan sorularla Sayısal Karasal Televizyon: Şimdi tam olarak neden bahsediyoruz? Çanak ile izlediğimiz televizyon mu?

IPTV World Forum Ardından, Teknik Değerlendirme - 1

Yazının başlığını Teknik Değerlendirme - 1 dedim. Bunun bir dizi yazının ilki olduğunu düşünerek öyle yazdım. Pek uzun yazmayacağı, dizi yapmayı düşündüğüm için. Öncelikle Türk Telekom ve TTNet üzerine görüşlerimi yazayım. Etkinliğin ana destekçilerindendi her iki şirket. Türk Telekom'un üst şirket olarak görürsek, ki öyle aslında, Argela, TTNet ile birlikte sergi alanında büyük yer almışlardı. Argela, yazılım geliştirme alanında çalışıyor. TTNet, malum internet servis sağlayıcısı. Türk Telekom'un etkinlikte açıkladığı stratejisine göre IPTV , internet ve Voice over IP (IP üzerinden ses:VOIP) hizmetini TTNet üzerinden sunacak. İnternet ve telefonu tek faturada birleştirmeyen Türk Telekom, üç hizmet için tek fatura dönemine geçmeyi planlıyor. IPTV'yi itici güç olarak kullanacak. 3 farklı ekrandan (telefon, televizyon ve bilgisayar) televizyon izlemenin olanaklı olacağı ileri sürülüyor. Planlaması kolay, uygulaması ise zor bir hizmet IPTV. Multicast broadband internet bağl

IPTV World Forum ardından, gözlemler

Etkinliğin teknik değerlendirmesini önümüzdeki haftaya bıraktım gerçi. Ancak, haftaya kadar bekleyemeyenler için kısa kısa gözlemlerimi aktarayım. Ayrıntılı değerlendirmeler gelecek merak etmeyin... Türk Telekom, yaklaşık 5 yıl önce başladığı IPTV projesinde sona gelmiş. TTNet şirketi üzerinden IPTivibu (TTNet CEO'sunun sunumunda, ki konferansın tümü simultane tercüme falan yapılmadan sadece İngilizce'ydi, bu ismin İngilizce'de that is IPTV anlamına geldiğini söyleyince fark ettim IP tivi işte bu anlamında bir kısaltma olduğunu :) adlı hizmeti sunmaya 2 hafta önce başadıklarını duyurdular. Konferansta soft launch (yumuşak duyuru ?) olarak yapılan duyuru ile hizmetin başlatıldığı söylense bile henüz web sayfasında bu konuyla ilgili bilgilere ulaşılamıyor.  IPTivibu hizmeti için en az 8 MBit/saniye hızında TTNet internet aboneliği gerekiyormuş. Şimdilik 101 kanal, ki bunların içerisinde HD olanları da olacakmış. Etkileşimli hizmetler, flick uygulaması falan da sunula

IPTV World Forum Eastern Europe bu yıl İstanbul'da.

Konu ile ilgililerin merakla beklediği etkinlik ilk kez ülkemizde gerçekleştirilecek. Mövenpick Hotel, İstanbul'da 12-13 Ekim (yani haftaya salı-çarşamba) günlerinde toplam 9 oturumda önemli konuşmacıların yer alacağı IPTV World Forum Eastern Europe ile ilgili ayrıntıları web sayfasında bulabilirsiniz. Etkinliğe katılım ücretli. Ücretler epey yüksek. 5 Ekim'den önce kayıt yaptırmışsanız, ki bu iletiyi yazdığım tarih düşünülünce artık çok geç :), 1499 € ödemeniz gerekiyor. Bugün kayıt yaptırırsanız ise 1799 € ödeyeceksiniz. Ancak Free Operator Pass adlı bir seçeneğiniz daha var. Free Attendance For Service Providers olarak ayrıntılandırılan bu seçeneğin tam olarak kimleri kapsadığını çözemedim. Eğer IPTV hizmet sağlayıcılar kastediliyorsa Türk Telekom, TTNet, Superonline gibi şirket çalışanları kapsanmış oluyor. İşin doğrusu kendimi de o kategoriye sokup kayıt yaptırdım :) Ancak kaydımın geçerli sayılıp sayılmadığı belli değil henüz. Neyse, fırsat bulursanız önemli bir etkinlik

Kocadağ At Çiftliği Kocadağ Köyü / Havran

Deniz, kum, güneş tatilinden sıkıldıysanız ve Edremit körfezi civarındaysanız size süper bir alternatif: At binmek. Edremit'ten Balıkesir'e giden yol üzerindeki şirin ilçe Havran'ın Kocadağ köyünde bu mekan. Henüz dört yaşında olan iki(z) kızlarımız çok keyif aldılar at binmekten. Altınızda sizden epey güçlü b ir hayvan varken dengede durmaya çalışmak, yorucu bir o kadar da keyifli bir uğraş. Eğer hayatınızda at binmeyi hiç denemediyseniz, emin olun deneyince siz de kabul edeceksiniz, çok şey kaçırmışsınız demektir.    Kocadağ At Çitfliği'nde at binmenin yanı sıra lezzetli mutfağını da deneyebilirsiniz. Mantı, haşlama içli köfte, ızgara köfte ve elbette demleme çay. Fiyatlar derseniz bu konuda ucuz / pahalı yorumu yapmak istemiyorum. Bunun yerine bir kaç seçtiğim ürünün fiyat bilgisini paylaşacağım. Ancak, öncelikle sipariş edeceğiniz yiyeceklerin hepsinin büyük bir özenle hazırlanıp, aynı özenle servis edildiğini belirteyim. Biz mantı, içli köfte, ızgara hellim ve

Anıttepe, sokaklar, anlamlar

Ankara, ne yazık ki, içerisinden su geçen şehirlerden değil. Aslında daha doğrusunu söylersem, içerisinden geçen suların üzerini kapatıp yok eden bir kent. İncesu deresi, Kavaklı dere, Ankara çayı hep üzeri kapatılıp, halının altına süpürülen tozlar gibi gözden ırak tutulup unutulmuş kent suları. Hal böyle olunca Başkent, akar suyun kente sağlayacağı güzelliklerden yoksun. Neyse ki arayan için gizli güzellikler barındırıyor.   Anıttepe, bu gizli güzellikleri saklayan semtlerden. Anıtkabir, yılın her mevsimi caddelerden eksik olmayan turist otobüsleri, resmi bayramlarda protokol için kapatılan yollar, son dönemde sıklıkla düzenlenen mitinglere ev sahipliği yapan Tandoğan meydanı, Çankaya Belediyesi'nin  konserlerinin mekanı Anıtpark Anıttepe denildiğinde ilk aklıma gelenler. Ve tabii, geçenlerde bir yarışmada soru olarak da yöneltilen sokak isimleri: Ordular, İlk, Hedef, İleri, Ata ve Akdeniz caddesi.    Anıtkabir'in sınırını oluşturan 3 cadde bulunur: Gençlik, Mareş

Çobanoğlu Restaurant / Eymir Gölü - ANKARA

Senelerdir gidip geldiğim ve her seferinde huzur bulduğum Eymir Gölü ile ilgili ayrıntılı rehber hazırlama işine giriştiğimde, göl kıyısında yer alan mekânları ayrıca tanıtmam gerektiğini fark ettim.  Göl çevresinde araç trafiği tek yönlü olunca, Çobanoğlu'na araç ile ulaşmak epey sürüyor. Gölbaşı tarafındaki kapıyı kullanarak göl kıyısına girdiyseniz, göl çevresindeki turunuzun şık bölümünün son tesisi Çobanoğlu. Adını, geniş bahçesindeki Çobanoğlu çeşmesinden alan bu tesis, kahvaltı, gözleme, ızgara çeşitleri ve sıcak-soğuk mezeleri ile sağlam bir mutfağa sahip.  Eymir gölü, genişçe akan ve kıvrımlarla ilerleyen bir nehre benziyor, haritadan baktığınızda. Bu yüzden, Çobanoğlu'nda otururken küçük bir göl görüyorsunuz. Göl kıyısındaki diğer tesisler ise Çobanoğlu'ndan görünmüyor.  İster bahçesinde oturun, ister soba ile ısıtılan içerisinde çok keyif alacağınızı düşünüyorum Çobanoğlu'nda. TRT tarafındaki kapıdan, yürüyerek ya da bisiklet ile, trafiğin tersi yön

Sayısal radyo - Norveç FM yayınlarını sonlandıran ilk ülke olacak mı?

Blog sayfamda sayısal radyo yayınlarıyla ilgili yazdığım yazılar var. Bunlara bir yenisini eklemenin yeri geldi. Yazıya karar vermemin nedeni, Avrupa Yayın Birliği (European Broadcasting Union: EBU) teknoloji dergisi Tech-i'in Aralık 2013 sayısının başlığı "end in sight for FM?" Dergide FM yayınlarını kapatmayı planlayan Norveç'teki durumu irdeleyen bir yazı var.  Norveç, FM radyo yayınlarını 2017 yılında sonlandırmayı hedefleyen ve bunu açıklayan ilk ülke . Ülkede sayısal radyo yayınları ile FM analog radyo yayınları eş anlı olarak yapılıyor. Sayısal radyonun tanıtılması ve desteklenmesi için kamu yayıncısı NRK ile Norveç'in en büyük özel radyo yayıncısı P4 ortaklığında Digital Radio Norway (DRN) adlı bir yapı kurulmuş . Bu kamu - özel birlikteliği sayısal radyonun yaygınlaştırılması için önemli bir sinerji yaratmış. 2013 sonu itibariyle Norveç'in %90'ını kapsayan iki adet DAB+ multipleksi bulunuyor. Norveç kamu yayıncısının yükümlülüğü ise 2014 son

Sokakbaşı Meyhane, nam-ı diğer Hüseyin'in Meyhanesi

Uzunca bir süredir izlediğim tek televizyon yayını Behzat Ç.'nin Hüseyin'in Meyhanesi mekanı olarak kullandığı Sokakbaşı Meyhanesi'ne sonununda gittim. Hatta yanda gördüğünüz üzere Behzat'ın masasında fotografım da var. Mekan, aslında Behzat Ç. öncesinde de bölgede bilinen sevilen yerlerdendi. Esat dörtyolda, köşebaşında yer alan burayı Behzat Ç.'de mekan olarak kullanmak, muhtemelen Erdal Beşikçioğlu'nun zamanında Sokakbaşı'nın çaprazında bir yer işletmesinden kaynaklanıyordur.  Sokakbaşı'na diziden aşinayız. Havalar iyi olduğunda açık havada büyükçe bir yerleri var. İçerisi de küçük sayılmaz. Mezeler lezzetli, fiyatlar pek ucuz sayılmaz. Dizinin etkisi fiyatlara yansımış görünüyor. Behzat'ın masası rezervasyonlu oluyormuş genelde. Yurt içi ve hatta dışından rezervasyon yapılıyormuş. Mekanın garsonları, kim bölümlerde rol almış. Duvarlarda gazete küpürleri ve diziden görüntülerin yer aldığı fotograflar var.  Yakında final yapacak olan Behzat