Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ekim, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

koşuda keramet vardır

Sözün aslı bu değildi biliyorum. Olsun, bence böylesi de güzel oldu :) Takvimler 16 Ekim 2019'u gösteriyordu, Eymir'in etrafını koşmaya ilk niyetlendiğimde . Çok çeşitli sebeplerle yarım kalan bir deneme oldu. 5,5 km'lik koşunun ardından sırtıma, daha önce hiç başıma gelmeyen, bir ağrı girdi. Sonrası kardiyoloji polikliniğinde yaptırılan tetkikler, endişeli bekleyişler ve sonunda müjdeli haber... Koşuya engel bir durum yok ortada.  ve bugün, takvimler ilk denemenin ardından geçen 15 günü gösterirken bir kez daha aynı parkurda, bu kez çok daha hazırlıklı olarak, koştum. İlk denememde hata olarak düşündüklerimi tekrarlamadım bu sefer:  Şort, tişört ve koşuya uygun ayakkabı ve çorap ile başladım koşmaya. Yanımda bir şişe (500 ml) su vardı. Tempomu kilometreyi 6-7 dakikada alacak şekilde ayarladım. Hızlandığımda yavaşladım. Koşuya başlamadan önce ve koşu sonunda esneme hareketlerini ihmal etmedim. İlk denemede, şarkıda denildiği gibi kafamı kırarcasına koşmuştum

Koşmasaydım Yazamazdım / Haruki Murakami

Koşmak üzerine yazmaya, koşmak üzerine okumaya ve koşmak üzerine düşünmeye devam. Bu kez Haruki Murakami'den Koşmasaydım Yazamazdım adlı eser ile karşınızdayım. Murakami, özellikle son yıllarda, ülkemizde de çok okunan yazarlardan. Zamanında 1Q84 adlı romanını okumuştum, ancak okuyup bloga not etmediğim nadir kitaplardan olduğunu fark ettim biraz önce. Muhtemelen kitabı okuduğum dönem sinüs eğrisinin negatif bölgesinde dolaşıyordu ruhum. Belki ilerleyen günlerde, Murakami'nin diğer eserleri ile birlikte 1Q84'ü yeniden okurum. Bu uzun ve muhtemelen gereksiz girişin ardından gelelim esere. Hüseyin Can Erkin'in Japonca'dan tercümesi ile ilk baskısını Kasım 2013'te yapan kitabı Dogan Egmont yayınlamış. 171 sayfalık eserin Kasım 2018 tarihli 14. baskısını okudum.  Murakami'nin kitabının orijinal ismi Japonca, haliyle. Ancak İngilizce çevirisi şöyle:  What I Talk About When I Talk About Running . Türkçe çeviri için tercih edilen isim ise Koşmasaydım Yazama

Foto - Yosun

İlk kareyi çektiğimde, bir seriye başladığımı düşünmemiştim. Doğada yönünüzü kaybettiğinizde kuzeyi nasıl anlarsınız sorusuna , eskiden verdiğimiz yanıttı ağaçların yosun tutmuş yüzeyi . Eskiden dememin nedeni, artık cep telefonlarının vücudumuzun bir parçası gibi oluşu. Pili bitmediği ve kapalı alanda olmadığı sürece, yönümüzü bildiriyor, ağaçların yosun tutmuş yüzeyine bakmaya gerek bırakmadan.  Bu uzun ve muhtemelen gereksiz girişin ardından devam etmek isterdim. Ancak, işin doğrusu, bu yazıdan ziyade fotograflar ile ifade etmek istedim bu durumu...  Yosun tutmuş yüzeyler... Size ne ifade ediyor? Yosun... Yoksun  gibi  ama bir harf eksik...

Koşmak / Jean Echenoz

17 Kasım 2004 yılında ilk yazımı yazmıştım. Yani (2019 - 2004) 15 yaşını doldurmaya sayılı günler kalmış blogumda, birbirine çok benzeyen başlıklı yazı yayınlamamıştım, yakın zamana kadar. Koşmak , koşturmadan yaşamak , koşmak mı koşturmak mı yazılarının ardından Koşmak adlı kitabı okumak ilginç oldu.  Jean Echenoz adlı Fransız yazarın Emil Zatopek isimli Çek atletin hayatının bir dönemini anlattığı, Koşmak, orijinal adıyla courir . DuoLingo sayesinde yeniden hatırladığım ve her geçen gün az da olsa, ilerlettiğim Fransızca bilgim, henüz Echenoz'un eserlerini ana dilinden okumam için yeterli değil.  Mehmet Emin Özcan tercümesi ile Helikopter Yayınları'ndan çıkan Şubat 2015 tarihli ikinci baskını okudum. Sayfa kenarlarının kırmızıya boyalı olması, kitabın dış görünüşüne çok şey katmış. Çeviri okumak, eserin orijinal halini bilememeyi birlikte getiriyor. Echenoz'dan okuduğum ilk ve tek eser Koşmak olduğu için yazarın tarzı mıdır cümlelerin zamanlarının değişimi, bileme

koşmak mı koşturmak mı?

Geçtiğimiz hafta yazdığım yazılar üzerine epey arayan / e-posta gönderen / yolda yürürken çevirip soru soranlar oldu: Çarşamba günü Koşmak başlıklı bir yazı yayınladıktan iki gün sonra, Koşturmadan Yaşamak diye yazdın. Ne iş? Hangisini yapalım, insanların kafası karıştı. Dünya artık eskisi gibi değil, lütfen bu çelişkili duruma bir açıklık getir. Bilirsiniz, mesele okuyucularım olunca, akan sular - akmaz olur. Hemen bu çelişkiyi giderecek açıklamalar yapayım: İlk yazı, ki 16 Ekim 2019 çarşamba günü yayınlanmıştı, KOŞMAK başlığını taşıyor ve yazı tümüyle koşma eyleminin yarattığı garip duyguların neticesinde hazırlanmıştı. Koşmak eylemi, salgılattığı hormonlar dolayısıyla, farklı etkilere sahip. İkinci yazı, ki 18 Ekim 2019 cuma günü yayınlanmıştı, KOŞTURMADAN YAŞAMAK başlığını taşıyan bu ikinci yazı ise tamamen hayatı hızlı yaşamak zorunda olduğunu düşünenler için hazırlanmıştı. Kıymetli okuyucularım, iki yazı birbiri ile çelişmemektedir. Lütfen internet tarayıcınızın aya

koşturmadan yaşamak

" Ne olsun abi, bir koşturmadır gidiyor "  En sık duyduğum yanıttır, ne var ne yok diye sorduğumda. Her duyduğumda aynı şeyi düşünürüm: Nereye koşuyorsun ve neden koşuyorsun?  Günleri, yapılması gerekenler listesine artılar koyduğumuz bir mecburiyet haline çevirmek zorunda mıyız?  Geçen sene bir yazı yayınlamıştım, hayatın dengesi - üçlü sac ayağı diye. Orada da bahsettiğim gibi hayat, en azından bildiğimiz dünya hayatı, kısıtlı süreli ve hiç bir anının tekrarı olmayan bir macera. Bu maceranın anlamına odaklanmadan, günü, yapmamız gerektiğini düşündüklerimizin peşinde " koşturarak "  geçirebiliriz.  Hatta çocuklarımızı da benzer şekilde yetiştirebiliriz. Haftasonu kurstan kursa taşırken, arada kalan bir saatlik " slot "u en iyi nasıl değerlendirebileceğimizi düşünürüz meselâ.  Oysa, koştururken etrafta olanların farkına varamaz insan.  Yaprakların çıkardığı sesleri duyamaz, kendi ayak sesinin yüksekliğinden.  Rüzgârın sesi, telefon konuşma

koşmak

" Yürümenin hızlısı, çok da şeetmemek gerek " diyenlere bakmayın. Yürümeye kıyasla epey farklılıklar içeren bir eylem koşmak. Ahmet Kaya'nın bir şarkısında dediği gibi, kafamı kırarcasına koşmak istiyordum ne zamandır.  Sonunda, yaptım.  Eymir Gölü etrafında yarım tur koştum. Tam olarak şarkıda söylendiği gibi, kafamı kırarcasına oldu koşuşum. Bir tek ayakkabılarım uygundu. Altımda kot pantolon, üzerimde tişört... Eymir gölünün, benim koştuğum bölümü 5,52 km. 31 dakika 40 saniye sürmüş bu mesafeyi katetmem. 5,45 / km hız ile koşmuşum. Seneler sonra koştuğumu ve şartları (kıyafet / Ekim sıcağı / susuzluk) düşününce, fena değil sanırım sayılar. İşin en güzel yanı ise, ne zamandır yapsam diye düşünüp durduğum bir şeyi yapmış olmanın keyfi...

inişlerim... çıkışlarım...

Her insanda vardır sanırım, inişler - çıkışlar. Kimi daha sert, kimi daha yumuşak geçişler halinde yaşar.  Yaratıcı drama kursuna gider gibi, sabah uyanıp yataktan kalkmadan taktığı maskeyi, gece uyurken çıkartanların iniş ve çıkışları dışarıdan fark edilmez belki.  Maske ile yaşamak, gerçekten uzaklaşmak ya da eşyayı adıyla çağırırsak, yalan içinde yaşamak... Bana göre değil. Bence, size göre de olmasın. Her zaman mutlu olmak zorunda değil insan. Mümkün de değil zaten böylesi bir şey. Huzuru, dışarıda aramak yerine içinde aramak...  Onu önemsemek...  Sahip olmak yanılsamasından sıyrılıp parçası olabilmeye çabalamak... ve son olarak, belki de son baharımız olan sonbaharın tadını çıkartmak... Hava güzel,  doğa güzel,  hayat güzel! 

gelemeyen sonbaharın düşündürdükleri

" İklim değişti azizim. Eskiden bu mevsim, Ankara'ya kar yağardı. "  Yukarıdaki cümleyi etrafınızda sıkça duyuyorsanız, siz de Ankara'da gel(e)meyen sonbaharı yaşıyorsunuz muhtemelen. Bugün 12 Ekim 2019 ve an itibariyle kısa kollu tişörtüm üzerimde, hiç rahatsızlık duymadan oturuyorum Camekan adlı kafede.  Ankara'nın en büyük kahvecisi (1200 metrekare kapalı alanı varmış)  Camekan 'ı ilerleyen günlerde yazacağıma söz vererek, gelelim yazının başlığına. Uzun ve muhtemelen gereksiz bir giriş oldu bir kez daha. Neyse, zaten okuyan da yok :) Tamam, başlıyorum... İklim değişikliği çokça dillendirilen bir "şey". Elektrik-elektronik yüksek mühendisi olarak, iklim değişikliği hakkında akademik bilgiye sahip değilim. Yaşadığım günlere bakıp, gerçekten değişmiş galiba, şeklinde, son derece bilimsel (!) tespitler yapmak dışında elimden gelen yok. Ancak, yakın zamanda okuduğum bir yazı bu "iklim değişiyor sanırım" tespitimin doğru olmayabileceğ

Öteki Kâbuslar / Yiğit Bener

İlk kez okuduğum yazarların arasına girdi Yiğit Bener. Soyadını görünce aklıma Erhan Bener ve Vüs'at O. Bener gelmişti aklıma. Erhan Bener babası, Vüs'at O, Bener ise amcasıymış Yiğit Bener'in.  Öteki Kâbuslar'ın ilk baskısını 2009 yılında Yapı Kredi Yayınları yapmış. Ben, Can Yayınları'ndaki ikinci baskısını okudum, Mart 2012 tarihli. 123 sayfalık eserde 16 öykü/deneme var. Yiğit Bener'in öykülerindeki tarzı çok seviyorum. Kurmaca ile gerçeğin birbirine karıştığı, konuşanın kim olduğunu anlamak için bir kaç satır okumanız gerektiği, sözün tümünü söylemek yerine sembollere başvurulduğu öyküler.  İnsanların içinde gizli faşisti sergileyen öykülerini özellikle etkileyici buldum. Çoğunun farkında bile olmadan içinde yaşattığı ve bulduğu ilk fırsatta ortaya dökülen sözcükler... Böceklerin kitabın geneline vurduğu damga, Kafka'ya göndermeler... Kısa ancak etkili bir eser ortaya çıkartıyor.  Yiğit Bener'in öykü kitabını okuyunca, Louis-Ferdinand Celin

Köşeye Kıstırmak / Paul Auster

Kütüphaneyi karıştırırken görüp, okumaya başlayınca elimden bırakamadığım bir polisiye Köşeye Kıstırmak. Paul Auster denildiğinde akla ilk gelenler arasında yer almıyor bu roman. 1978 yılında yayınlanmış. O dönem, yayınlatmak kolay olmamış, kitabın arka kapağında yazılanlara göre. Aradan geçen seneler ve Auster'in artan ünü sonucu, eski çalışmaları yeniden basılınca, Can Yayınları Seçkin Selvi'nin çevirisi ile bizlerle buluşturmuş. Benim okuduğum 2004 yılındaki üçüncü baskısıydı. Can Yayınları'ndaki ilk baskısı 2000 yılında yapılmış. Kitap, her ne kadar arka kapağında sıradışı bir polisiye denilse de, Amerikan dedektiflik hikâyelerindeki tüm klişelere sahip, mısır patlağı gibi bir çalışma. Edebiyat ile daha farklı bir boyutta ilgilenenler için belki bir anlamı olur, Auster'in bu ilk dönem eserini okumak. Benim gibi sadece okuyucu olanlar için ise yaz tatili şezlong kitabı önerisi olarak not edilebilir. Yukarıdaki paragrafı üç gün önce yazdım. Aradan geçen üç gün i

sadece eymir

Blogumun," Okuyucularına doğru ve yararlı bilgiler sunmak " gibi bir işlevi olduğunu düşündüğüm zamanlardı.  Eymir Gölü rehberi adlı bir yazı yayınlamıştım. Okunma istatistiğine baktım, Şubat 2019'dan bu yana toplam 100 kez görüntülenmiş.  Sadece özgür yazılara yer verme kararımın ne kadar doğru olduğunu gösteren bir başka kanıt.  Madem, artık sadece özgür yazılar, o zaman Eymir de sadece özgür  Eymir olmalı :) Yaprakların hışırtılarını, doğanın renklerini değiştirdiği, gölün suyunun soğuduğu bu günleri kaçırmayın derim.  Rehberde ayrıntısıyla anlatmaya çalışmıştım, göle yaya ve bisikletli giriş için hiçbir şeye ihtiyacınız yok. ODTÜ ile bir ilişkiniz olması gerekmiyor. Giriş kartı, sadece otomobiliniz ile girmek istediğinizde gerekiyor.  Bu yüzden, siz de fırsat bulduğunuzda gidin Eymir'e. TRT Genel Müdürlüğü yanındaki daracık sokak ile Eymir kenarına inebilirsiniz. Geçtiğimiz hafta yol kenarına beton blokların konulması nedeniyle kapalı olan yol, dün a

şarkılardan fal tuttum

@ Cer Modern / Göbeklitepe Sergisi Şarkılardan fal tuttum diye yazsa bile başlıkta, bahsetmek istediğim yabancı dil öğrenme sürecinde şarkıların önemi. Sanırım 35 senedir dil öğrenmeye çalışıyorum. Son cümleyi okuyup, 35 senedir dil öğrenemedin mi diye sormayın hemen. Öğrenmeye çalıştığım diller değişiyor elbette seneler içerisinde :) Bu kısa ancak gene de gereksiz girişin ardından şarkı dinlemenin faydalarından bahsedeyim. Eskiden, yani internet hayatımızda değilken, Karanfil sokağın girişindeki pasajda karışık kaset dolduran abilerin dükkanları vardı. Orada doldurttuğumuz kasetlerdeki şarkıların sözlerini çıkartmaya çalışırdık. Pek başarılı olamadığımızı, bir şekilde elimize geçen, şarkıların gerçek sözlerini görünce anlardık. O dönem, öğrenmeye çabaladığım dil İngilizce olunca, yazılış ile okunuş arasındaki fark büyük değildi. En azından bu aralar öğrenmeye çabaladığım Fransızca'daki kadar şaşırtıcı olmuyor yazılış ile okunuş arasındaki fark.  Bugün artık internet ve vi

fark etmek

İsmail Cem İpekçi Göstermek için mi yaşıyoruz, yaşadıklarımızı mı gösteriyoruz? Instagram, facebook, twitter ve Google Haritalar... Adı değişse bile işlevi aynı kalan platformlar. Tüm bu platformlardaki tüm kişisel paylaşımlarımızın amacı: "ben bunu yaptım/çektim/yaşadım/gittim"demek. Belki insanlık kadar eski bir şey bu varlığını/hissettiğini/düşündüğünü/yaşadığını başkalarına anlatma isteği. Mağara duvarları resmiyle aralarında büyük benzerlikler var, instagram fotograflarının.  Gene de bu düzenin içine girince, bir noktada fark ediyor kimisi. Yaptıklarını paylaşmaktan, paylaşmak için yapmaya geçtiğini.  Tehlikeli bir kırılma anı.  Para karşılığını bu paylaşımları yapanları bir kenara koyarsak, hayatı istediği gibi değil, ilgi çekecek şekilde yaşamaya başlamak bir yerde.  Dönem dönem bu gidişe kapıldığımı hissettiğimde, bir adım geri atıp, dışarıdan gözlemeye çalıştım kendimi.  Her zaman beceremesem bile,  fark etmeye çabaladım. bir cumartesi sabahı,

olduğu kadar...

İki kelime...  "Olduğu"  ve "kadar" iki kelimeden ibaret de olsa bu söz, ne çok şey anlatıyor, anlama isteyene... olduğu kadar ya da belki... kim bilir? bilen anlar, bilmeyen, bilmek istemeyen.... olduğu kadar belki, daha gidecek çok yol, aşılacak çok tepe, dönülecek çok viraj var önümüzde, belki de, olduğu  bu  kadar kim bilir?

gelecek kuşaktan umutluyum

Ekim 2019 Dün bıraktığım yerden devam edeyim. Muhtemelen çok az kullanacakları bir çok bilgi ile donanıp, iş bulma yaşına geldiklerinde bu bilgilerin, neredeyse hiç işlerine yaramadığını görecek, 2010 ve sonrası doğanlardan çok umutluyum.  İnsanlığın gelişimine bakınca, işleri daha kolay - daha hızlı - daha az maliyetle üretmek / yapmak amacıyla tonla yöntem / cihaz geliştirildiği görebiliriz. Tüm bu buluşların insanların çalışma süresini azaltıp, özgür zamanını arttırmasını beklersiniz değil mi?  Beklemek iyi bir şey belki, belki kötü. Neyi ve niye beklediğinize göre değişiyor, bu pek de anlamlı olmayan sorunun yanıtı. Lafı dolaştırmayayım daha fazla, tüm bu elektronik devrimler, bilgisayarlaşma, robotlar ve kendi kendine öğrenen sistemler... Bana denizin sonunu göreceğimiz günlerin yaklaştığını söylüyor. Üretim süreçleri daha az insan emeği ile çevrilebilir hale geldikçe kapital birikim süreci sarsılmaya başladı. Artık üretim maliyeti çok düşse bile bu üretilenlerin müşte

robotik kodlama

@ Camekan Kafe / Çiğdem Hani teknik etiketli yazı yazmayacaktın demeyin başlığa bakıp. İşin doğrusu, yazdıklarımı okuyan olmadığı için böyle bir geri dönüş bildiren de olmayacak ama sanki okuyan varmış ve geri dönüşler alıyormuş gibi yapmak hoşuma gidiyor. Biliyorum, kendimi kandırıyorum. Kim yapmıyor ki :) Bu uzun ve kesinlikle gereksiz girişin ardından gelelim konumuza... 1995 senesinden bu yana köprünün altından çok sular aktı/akıyor. Çocuklarımız internetin var olduğu bir dünyaya merhaba dediler. Eskiden mühendisin yaptığı bitirme projelerini, mesela iz takip eden robot, şimdi ilkokul çocukları yapıyor. Anaokulunda 3 yaşındaki çocuklara robotik kodlama dersleri veriliyor. Gerçekten başka bir kuşak geliyor alttan. Bizlerden çok daha erken yaşta teknoloji ile tanışan, bizden çok daha hızla adapte olan ve bizden çok daha sabırsız. Adına ne deniliyor bilmiyorum bu 2010 civarı doğanların kuşağına, ancak bildiğim bizim kuşağı piyasadan silecekler. Kendi adıma, mutluyum ve umut

geçmiş ay değerlendirmeleri - 9

@ One Tower / Arkadaş Kitabevi Az kaldı. Bir kaç ay sonra geçmiş sene değerlendirmesini yazacağım kısmet olursa. Geride kalan dokuz ayda, sene başında yapmayı istediklerimi büyük ölçüde gerçekleştirebilmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Özellikle evde okunmayı bekleyen kitaplar azalmadan yeni kitap almama kararına büyük ölçüde uydum. Eylül ayı içinde beş tane yeni kitap aldım gerçi. Ancak bu kararımda KitapYurdu.com 'un karşı koyamadığım kampanyasının payı büyük. NTV ve Can yayınlarının seçili kitaplarından beş tanesini 15 TL'ye alabiliyordum. Aralarında okumak istediğim kitaplar da olunca, duramadım.  Merak edenler için, KitapYurdu bu yazı için bana kitap hediyesi veya para vermedi. Reklamsız ve sponsorsuz bir blog burası.  En az başarılı olduğum istek ise eski yazı öğrenmeye yönelik olanı. Gerçi bu yönde bir kaç adım attım ancak istediğim noktadan epey uzağım. Senenin bitmesine kalan aylarda, satın aldığım Osmanlıca öğreten kitaba çalışabilirsem, senelerdir isted