Cuma, Nisan 21, 2023

Ali - Bölüm 3

Ankara boz bir kırdır. Yazın ilk sıcakları ile sararan otlar bir sonraki bahara kadar manzaranın tek hâkimi olur. Çanak şeklindeki şehrin içi ise, etrafın sarılığına inat, griden ibarettir. Gerçi son seçim öncesi 25 sene kenti yönetenler, kişi başına düşen yeşil alan oranında Avrupa’da ön sıralarda olduğumuzu söylese de istatistik, doğruyu bükmekte vazgeçilmezdir.

Ali’nin kent ile ayrı bir bağı vardı. Bu şehirde doğmasa bile üç yaşından bu yana Ankara’da yaşamış, ilk, orta ve lise eğitimini, sonrasında üniversiteyi ve hatta yüksek lisansını da hep Ankara’da yapmıştı. İlk aşkını, ilk terk edilişini Ankara’da yaşamıştı. Şehrin her sokağında anısı vardı.  Kurumdan çıkınca ısınmaya başlayan havayı içine çekti.  

Acaba ne yapmalı bugün? Öğlen yemeği ve öğleden sonra keyfini planlamak gerek. Plan ve Ali. Yan yana gelince sıcak buz gibi anlamsız bir ikili. Doğaçlama caz tadında yaşamak gerek hayatı derdi hep. Sevinç duysa…  Neyse, şimdi ne Sevinç ne Tunç ne de Ceren. Hoş çocukların bir şey dediği yok. Tunç, üzerinde pek sevimli duran bilmişliği ile ama baba, annemiz haklı, hayatı öyle denk geldiği gibi yaşamamak gerek. Günlerimizi planlamalıyız. Bak meselâ ben bu sene LGS’ye gireceğim için geçen yaz sonundan beri çalışıyorum. Senin mezun olduğun liseye girmek artık çok daha zor. Şimdi plan yapmadan nasıl kazanayım değil mi? derdi kesin. Abisine hayran Ceren, bence de baba. Annemiz, birinci çoğul şahıs ekini neden kullanıyor bu çocuklar anlamadım bir türlü, planlamasa tatillerimizi, erken rezervasyonla otellere gidemezdik. Daha 6. Sınıfta oysa. Bazen benden mantıklı konuşuyor. Sevinç duysa, bazen mi diye eklerdi hemen. Of şu aklımdaki arka fon seslerini susturup dolmuşa binmeliyim.  

“Nereye abi?” 

“Ulus.”  

“Yalnışlık olmasın abi bu Denizcilere gider.”  

“Yalnışlık değil o yanlışlık. Yanılmaktan, diğeri yalınlıktan.” 

“Nasıl abi.” 

“Kusura bakma, hanım edebiyat öğretmeni de ondan bana bulaştı. Böyle hatalar görünce düzeltmeden duramıyorum. Biliyorum, Denizciler caddesine gittiğinizi.  Ben de oralara doğru gideceğim zaten.”  

“Eyvallah abi.”

“Daha çok bekler miyiz dolmasını? Bu saat pek yolcu çıkmaz buralardan. Yoldan toplarsın.” 

“Haklısın abi aslında ama işte saatimiz var. İki dakikaya kalkarız.”  

“Eyvallah”  

Denizciler caddesine saat 11 bile olmadan gelmişti. Yol boyu, günün planını yapmış, öğlen yemeği ve öğleden sonra keyfinin adresleri belli olmuştu. İlk işi Yeğenbey Vergi Dairesi’nden yukarı, eski Adliye binasına doğru yürümek oldu. Boğaziçi Lokantası’nın önünden geçerken durup vitrine baktı. Öğlen yemeği için doğru adres diye düşündü. Ne de olsa Ankara’nın en iyi esnaf lokantasıydı Boğaziçi. Ama saat daha erken, önce Eyüp Sabri Tuncer’den traş kolonyamı alayım, hem biraz vakit geçmiş olur dedi kendi kendine. 

Hâle giden sokağı geçiyordu ki arkasından birinin, Ali diye, seslendiğini duydu. Dönüp baktığında gözlerine inanamadı.  

“Özgür, hayırdır abi bu saatte Ulus’ta?”  

“Ben vardiyalı çalışıyorum oğlum bugün boş günüm, tesbih alacağım Ulus’tan, asıl sen ne iş?” 

“Doğru, yeniden vardiyaya girmişsin. Geçen link edinde paylaşmıştın.”  

“Sen de mi? Link edin ne abi Allah aşkına.”

“Abi var ya işte, senin de hesabın var.”

“Orası Türk şirketi mi Ali?” 

“Yo, değil” 

“O zaman LinkedIn’i neden Link Edin’e çeviriyorsunuz. Ayrıca madem gördün bir beğenseydin keşke.”

 “Aman Özgür takıldığın şeye bak.”

“Bu telaffuz konusuna takığım doğru. Sen anlatmadın Ulus’ta ne yaptığını bu saat.” 

“Dur anlatacağım. Vaktin varsa yemek yiyelim beraber hem sohbet ederiz. ama önce Eyüp Sabri Tuncer’e gidip traş kolonyası almam gerekiyor.” 

“Kaç numara senin tercihin? Ben bir numaracıyım.”

“Bir de güzel ama ben dördü daha çok sevdim. Eskiden ben de bir kullanıyordum. Sana rastladığım iyi oldu Özgür. Biriyle konuşmaya ihtiyacım var.” 

“Hayırdır, kiminle tanıştın? Sevinç anlar bak, demedi deme. Sahi O nasıl? Fotoğraf çekmeye devam ediyor mu?” 

“Sevinç iyi abi. Bu ara pek fırsat bulamıyor galiba. Doğum günü hediyenden de bahsetmedi hiç. Vermedin mi?” 

“Yo, verdim. Ama beğenmediyse, belki ondan söz etmemiştir.”

“Beğenilmeyecek gibi değildi ki.”

“Vardır Ali bir nedeni. Kadınları anlamak zor. En azından ben anlayamıyorum hiçbirisini, anlayamadığım için evde kaldım belki de. Konuşacak birini arıyordum dedin. Kız meselesi mi cidden?” 

“Ya hep aklınız aşna fişnede arkadaş.”

“Bahar olunca benim şarkım belli bilirsin.”

“Her bahar âşık olurum diyeceksin gene ama bir bahar da vuslata eren aşkını göremedik birader.”  

“Görme zaten, böylesi en güzeli. Doğa canlanıyor kıştan sonra. E biz de doğanın parçasıyız. Bizim de içimiz kıpır kıpır oluyor. Hem aşk sadece karşı cinse duyulan koşulsuz ve hesapsız sevgi değil ki. İnsan çiçeğe, böceğe, hayatın kendisine de âşık olabilir.”  

Konuşarak geldikleri Eyüp Sabri Tuncer’in küçük dükkânından gene konuşarak çıktılar.  

“Bak bu söylediğinde haklısın. Yalan yok kafamı biraz da senin verdiğin şu roman karıştırdı.” 

“Hangi romanı vermiştim sana en son?”

“Reenkarnasyon Kulübü.”

“Farklıdır tarzı ama öyle kafa karıştıracak bir şey hatırlamıyorum. Reenkarne olduklarına inanan bir grup adamın yaşadıklarını anlatıyordu değil mi? Kaan Hoca hem Mustafa Kemal hem de sol siyaset ile ilgili görüşlerini böylesi bir kurgu sayesinde tartışıyor işte. Senin kafanı ne karıştırdı?”

“Kaypakkaya’nın reenkarnesi olduğunu fark eden adamın anlattıkları.”  

“Hâlâ bir şey anlamadım.”

“Anlamaman normal. Sana bile anlatmadım. Oysa aramızda gizli saklı, neredeyse hiçbir şey yok. 30 seneyi geçti tanışıklığımız. Onca yıl birlikte okuduk.” 

“Merak ettim şimdi. Yoksa İbrahim Kaypakkaya senin akraban falan mı ama memleket tutmuyor. Bildiğim kadarıyla O Çorumlu, sen Tuncelili.”

“Yok, Kaypakkaya ile bir akrabalığımız yok ama…”

“Ama dedin kaldın. Gözlerin dolmuş, Ali iyi misin?”

“Anlatacağım abi, önce bir şeyler yiyelim olur mu?”

Meşhur Ankara Dönercisi adlı bir lokantaya gittiler. Konya sokağın, ki Ankara’nın elektronik parçalar konusundaki merkezidir, üst tarafında, küçük bir dükkân, döneri kadar kavurması ile de ünlü. Ali, lokantayı daha önce keşfetmemiş olmaktan yana üzgün, Sevinç ve çocukları getireceği yeni bir yer öğrenmekten ötürü heyecanlıydı.  

“Boğaziçi Lokantası’nda yerim diye düşünmüştüm ama itiraf ediyorum ki bu çok daha iyi oldu. Ankara’yı bilirim diye geçiniyorum bir de. Sayende yeni bir yer öğrendim.” 

“Sen geçiniyorsun, ben Ankaralıyım.”

“Nasıl abi, sen Erzincanlı değil misin?”

“Annem Ankaralı.”  

“Peki, yarı yarıya Ankaralısın o zaman. Onca sene gelip gittik bu Konya Sokak’a yok dirençti yok LED’di.” 

“Geldik gittik ama hep alt tarafına. Beni de bir arkadaşım getirdi buraya. Kendi keşfim değil, itiraf ediyorum. O has Ankaralı. Hem annesi hem babası başkentli. “Meşhur Ankara Dönercisi”, lokanta için daha farklı bir isim mi bulsalardı diye düşünürüm her geldiğimde. Meşhur  Ankara Dönercisi’nde meşhur Ankara döneri yedim demek biraz garip geliyor bana. Haydi anlat bakalım neler oluyor?”

“Dur anlatacağım şu hesabı halledeyim, sonra seni bir kafeye götüreceğim Allah bilir oraya gitmemişsindir daha önce.”  

Hesabı Ali ödedi. Kaleye doğru yürümeye başladıklarında Ali’deki durgunluk hareketlerini yavaşlatmıştı. Özgür endişeli görünmemeye çalışsa da sormadan duramadı: 

“Hadi ama anlat artık. Meraktan çatlatacaksın.” 

“Sana babamdan bahsetmiş miydim?” 

“Baban ölmüştü diye hatırlıyorum.” 

“Doğru, ben ilkokula başladığım sene öldü. Peki neden  öldüğünü anlattım mı?” 

“Yok. Kaza falandır diye düşündüm ya da hastalık. Genç yaşta öldüğüne göre.” 

“İşte senin verdiğin roman, geçmişte bırakmaya çalıştığım anıları, aslında anlatıları desem daha doğru belki,  ortaya çıkarttı.” 

“Gene bir şey anlamadım.”  

Bir yandan konuşup bir yandan yürürken Kale’ye gelmişlerdi. Kale içinde sağlı sollu küçük dükkânların bir kısmı hediyelik eşya satılan yerlere dönüşmüştü. Küçük avlulu mekânların önünden geçip, kalenin arka tarafındaki kapıdan çıkmalarıyla AND Kafe’nin girişine varmaları eş zamanlı oldu. 

“AND Kafe’yi ben de çok severim. Kale civarının en güzel manzarası burada bence. Sevda Hanım ve Cenap Bey’in mekânları cennet olsun. İyi ki Kavaklıdere Şarapları’nı  kurmuşlar. Bu arada Sevda Hanım’ın babası, ilk Meclis’in vekillerinden Tunalı Hilmi Bey’i de rahmetle analım.  Mâlum, benim İttihat ve Terakki merakımın başlamasına vesiledir kendisi. Bu AND Kafe’de Sevda Cenap AND  Vakfının kafesi biliyorsun değil mi?” 

“Senin de bilmene şaşırdım diyeceğim ama gene Ankaralılığından başlayacaksın. Sustum. En iyisi sana babamı anlatayım.” 

“Peki tamam. Anlat artık ama.” 

“Dur önce siparişimizi verelim. Biraz içmem lazım. Yoksa dilim çözülmez.”  

Bir şişe Dikmen bittiğinde, Ali’nin gözleri dolmuştu yeniden.  Anlatmak isteyip anlatamadığı şeylerin yükü artık katlanılamaz hâle geliyordu. Ağlamaya başladı. Hem ağlıyor hem babam bu kadar cesurken ben nasıl bu kadar pısırık oldum diye söyleniyordu. Özgür gene bir şey anlamamıştı. 

“Babam öğretmendi. Lisede edebiyat öğretmeni.”

“Sahi bir edebiyat dersinde hoca sormuştu sana, Hüseyin Yılmaz senin baban mı diye.” 

“Lise 1’deydik o zaman. Babamın üniversiteden arkadaşıymış Mehmet Hoca. Dersten sonra epey konuşmuştuk.” 

“A, dur bak o ara da gene durgunlaşmıştın.” 

“Benim pek bilmediğim yönlerini anlatmıştı babamın.” 

“Abi pardon araya girdim. Tam anlatmaya başlamıştın ne güzel. Bu arada Dikmen’i sevdin mi?” 

“Kırmızı olsun da ne olursa olsun diyenlerdenim ben Özgür.”  

“O zaman bir de küçük şişe Yakut söyleyeyim mi?”  

“Senin bekleyenin yok nasılsa. Ben eve gideceğim.”  

“Peki o zaman. İki kahve söylüyorum.”  

Özgür kahveleri söylerken, Ali söze nasıl devam edeceğini  düşünüyordu. En iyisi olayları olduğu gibi anlatmak. 

“17 Kasım 1981’de kaybettik babamı. Ben daha 7 yaşındaydım.” 

“Peki neden öldü baban? Cesaret falan diyordun.”  

“Babam edebiyat öğretmeni olmasının yanı sıra TÖB-DER üyesiymiş. Mahallede sevilen, güvenilen bir öğretmenmiş. Lisede öğrencileriyle arkadaş gibiymiş. Dersine girdiği öğrencilerinden kimileri şiirlerini verir, babamın yorumlarını istermiş.”  

“1980 öncesi işte. Öyle çok dinledim ki böyle öyküleri. O örgütlü öğretmenlerin iğne ile kuyu kazar gibi çevrelerini dönüştürme çabası bugünden bakınca fazla naif geliyor bana. Pardon abi böldüm.”

“Neyse, sonrası malum. 1980 darbesi, ardından birçok kişi gibi babamı da aldılar.”  

“TÖB-DER’li olmak zaten yeterli sorgu için.”  

“Öyle.” 

“Sonra?” 

Ali durdu. Konuşmak istese de sesi duyulmuyordu. 

“Su iç abi istersen.” 

“Anlatacağım. Babam 45 gün kalmış. Annemin söylediğine göre 15 gün boyunca babama aynı şeyi sormuşlar. O şiirleri kim yazdı? Adlarını ver.” 

“Baban söylemiş mi?” 

“Yok, ağzından tek bir isim bile çıkmamış. 45 günün sonunda bir sabah, sokağın girişine bırakmışlar. Annem tanıyamamış. Sonrası daha da hüzünlü.  Babam sorgunun ardından çok sessizleşti. Bağlama çalıp türkü söyleyen adam gitti, yerine konuşmayan,  gözleri donuk, yaşayan bir ölü geldi.  Zaten gözaltına alınmasının üzerinden bir sene geçmeden kalp krizinden öldü.”  

“Şimdi anlıyorum galiba. Sen romanda Kaypakkaya’nın başına gelenlerin anlatıldığı bölümleri okuyunca babanın da benzer şeyler yaşadığını düşündün.” 

“Düşünmedim abi, anladım.” 

“Düzeltiyorum, anladın.” 

“Öyle de denilebilir.”  

“Bana sorarsan hayırlı bir sonucu olmuş Kaan Hoca’nın kitabının. İnsan geçmişi ile yüzleşmeli diye düşünüyorum ben. Sevinç ne diyor bu sendeki değişime?” 

“Sevinç bir şey demiyor.” 

“Nasıl yani? Anlatmadın mı ona?” 

“Anlattım, zaten babamın hikâyesini biliyordu.”  “Ne dedi?” 

“Tunç’un derslerine yeterince yardımcı olmuyormuşum  ve Ceren’in sınıfındaki Buse’nin annesi bir haftasonu  kahvaltıya bekliyormuş.” 

“Çocuklar doğunca kadınların beyninde kapladığımız  yer iyice küçülüyor.” 

“Belki öyle bir yer hiç var olmuyor.” 

“Belki de. Neyse, yerin kulağı vardır derler.”  

“Yerin kulağı olsa ne olacak Özgür. Bekâr adamsın.”  

“Öyle deme abi. Benim de kendime göre bir imajım var. Onu sarsmayı istemem. Ankara küçük yer. Herkes herkesi tanıyor.”  

“Valla bunu sen iyi bilirsin. Biz evden işe işten eve. Neyse abi, ne iyi oldu valla karşılaşmamız. Az daha unutuyordum dilekçe verdim iş yerinde.”  

“Ne dilekçesi?” 

“Sayısal karasal radyo ve televizyon yayınlarının başlatılmamasından sorumlu olan tüm çalışanların soruşturulması için Teftiş Kurulu Başkanlığı’na.” 

“Vay, cesurca ama bir o kadar aptalca bir hareket.”

“Sen de mi abi?” 

“Başka kim böyle söyledi?” 

“Zerrin Hanım.” 

“Senin müdür?” 

“Doğru, tanıyordun Zerrin Hanım’ı Oda’dan.”

“Tanırım elbette, Zerrin Abla bir tanedir.”  

“Abi bırak şimdi tavşan boku gibi, kokmaz bulaşmaz.” 

“Sen öyle zannet. Oda’da yönetimdeyken birlikte çalışmıştık.”

“Zerrin Hanım Oda yönetiminde miydi?” 

“Yok, Oda yönetiminde olan bendim. Zerrin Abla yönetime girmez, sendikaya da üye değil sanırım. Ama duruşu nettir. Ne zaman danışsak çok yardımcı olmuştu.” 

“Peki, neden aptalca dedin?” 

“Bak Ali, o dilekçeyi mühendis Ali olarak verirsen seninle uğraşırlar, ama aynı soruları Oda sorarsa Oda ile uğraşamazlar. Çünkü Oda bir şahıs değil tüzel kişiliktir. Sen şimdi dilekçeni geri çek çekebiliyorsan, ben Oda ile görüşeyim, dilekçendeki konuyu Oda üzerinden sorgulayalım.” 

“Zerrin Hanım sağ olsun o zaman.” 

“Dilekçeni işleme koydurmamıştır haberi olduysa.” 

“Aynen dediğin gibi abi.” 

Ali, AND Kafe’den kalktıktan sonra,  eve gitmek üzere metro durağına; Özgür, kuka tespih almak için toptancısının dükkanına doğru gitti. Onca tespih alır, elinde bir tane bile görmedim. Ne yapıyor acaba bu çocuk aldığı tespihleri? Yolda aklına Dr. Metin Bey’i aramak geldi. Telefon, ikinci çalışta açıldı. Şansına randevu için fazla beklemesine gerek yoktu. Haftaya Cuma saat 14’te Tunalı Hilmi Caddesi’ndeki muayenehanede görüşecekti doktorla.  

Bu işi de hallettiğine göre sakız, karanfil, kokuyu giderecek ne varsa ağzına atıp, Ulus Heykel’in önünden geçip birinci ve ikinci meclis binalarının karşısındaki kaldırımdan metro durağına doğru yürümeyi sürdürdü. Servisin eve varmasından önce Batıkent’e gitmek istiyordu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.