Telefonu çaldığında Özgür akşam yürüyüşünden eve dönüyordu.
“Buyur Kemal Başkan.”
“Özgür arkadaş merhaba. Yanımda Zerrin arkadaş var. Uygunsan seni Attendo Vino’ya davet ediyoruz.”
“Zerrin Ablaya çok selamlar. Ne zaman davet ediyorsunuz? Orada mısınız yoksa?”
“Evet. Haydi gel hemen. Çayyolu’ndaydı değil mi ev?” “Ev Çayyolu’nda ama ben evde değilim. Akşam yürüyüşü için çıkmıştım. Gerçi eve uzak sayılmam, üzerimi değiştirip bir de taksi buldum mu, gene nereden baksan yarım saat sürer oraya gelmem. Sorun olmaz umarım.”
“Yok, sen gel. Buradayız daha.”
“Özgür yarım saate geliyor.”
“Harika. İstersen o gelene kadar ben sana kısaca olanları özetleyeyim. İstersen bekleyelim, Özgür gelince ikinize tek seferde anlatayım.”
“Zerrin arkadaş, sen nasıl istersen. Bence, eğer sakıncası yoksa, aynı anda anlatman daha mantıklı.”
Bu Kemal iyi adam ama fazla mantıklı. Sanki tüm hayatı mantık üzerine kurulu. Her kelimesini özenle seçiyor, her şeyin kurallara, eskiler nizamname derdi, uygun olmasını istiyor. Sendikada başkan yapmışlar bir de. Bizim dairede uzman ama kök söktürüyor tüm yöneticilere. Sendikada kim bilir neler yapıyordur.
Yanık Ülke iyiymiş bu arada. Ne kadar hoş bir içimi var. Biraz çarptı galiba. Ozan oyun bozan, çıkmıyor aklımdan. Ozan, oyunumu bozan. Hiç sevmezdi bu tekerlemeyi. Bazen de takılırdım Nazo gelin senin için mi yazıldı diye. İlk başta anlamadı Nazo diyor, benim adım Ozan dedi, cümlesini tamamlamadan, öf be Zerrin ben sana Nirrez diyor muyum Nazo ne şimdi, diye kızmıştı. Üniversitede ben de hızlıydım. Platform toplantılarında konuşmalarımı ilgiyle dinlerlerdi. Bizim bölümden fazla çocuk yoktu zaten aramızda. Ozan ve ben, alt dönemden Selçuk, bizden iki üstte Emel ve Bora. Emel de yurtdışında şimdi galiba. Kaderimiz mi acaba? Ya benim gibi etliye sütlüye karışmayıp eskiyi unutacaksın ya da yurtdışı. Arası yok mu bunun? Gerçi Bora var. O kadar sert ve tavizsizdi, sonra iş insanı oldu, şimdi Kaz Dağlarında butik otel sahibi.
- Daldın Zerrin arkadaş..
- Şarap güzelmiş Kemal. Üniversite günleri geldi aklıma.
- O günler unutulmuyor gerçekten. Hele sizin kampüs, şehrin dışındaydı iyice. Biz Cebeci’de, Hukuk’un yanında.
- Sen Mülkiye mezunuydun değil mi?
- Öğünmek gibi olmasın ama öyle Abla. Önce Mülkiye sonra Türkiye.
- Öyle derler değil mi? Öyle diye diye bu hale geldik ya neyse.
Önce Mülkiye sonra Türkiye’ymiş. Bu sosyal bilimcilerin elinden çekti ülke ne çektiyse. Gerçi Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan mühendisti, Erdal İnönü ise fizik profesörü. Aman neyse ne. Bırakalım politikayı Ozan yapsın. Orada da boş durmamış, Alman vatandaşlığını alınca yerel parlamentoda milletvekili adayı olmuş. Bavyera Meclisi’nde. Vekil eşi olabilirdim yani, oysa burada oturmuş Mülkiye Türkiye sözlerini dinleyip, Ali’nin yediği haltı düzeltmeye uğraşıyorum. Seçilebildi mi acaba? Seçilebileceği bir partiden değil de gene doğru bildiğini savunan birinden adaydır gerçi. Ozan işte. Nazo gelin.
Şişe bitecek daha Özgür gelmeden. Arkadaş dedim diye bozuldu mu acaba? Kaç yaş fark var ama aramızda aslında abla demem gerek belki de. Ben öyle Zerrin diyemem başkaları gibi. Zerrin Hanım desem fazla resmi olur. İyi içiyormuş bu arada. Kederli, yalnız, mücadelesini kendi bildiği yöntemlerle yapıyor. Bir yerde Hızır Paşa gibi, içeriden fethedecek. Sonu Hızır Paşa gibi olmaz umarım. Mülkiye Türkiye sözüme mi içerledi acaba. Bu Özgür de gelemedi.
Kemal’in düşüncelerini Celâl’in sesi böldü.
Özgür’ü karşılıyordu Celâl.
“Ne zamandır görünmüyorsun Özgür Hocam. Özlettin kendini.”
“Haklısın Celâl. Bu aralar biraz yoğunluk var hayatımda.”
“Bahar Özgür Hocam, mevsim yenileniyor. Yoğunluk normal.”
“Eyvallah Celâl. Bizim arkadaşlar gelmiş. Gördüm, işte oradalar.”
“Abla merhaba. Kemal Başkan selamlar.”
“Sizin tanıştığınızı bilmiyordum ben.”
“Kemal Başkan amma yaptın. Sayısal karasal yayıncılık konusunda çalışan herkesi tanıyorum. Zerrin Abla sağ olsun, ne zaman çağırsak geldi Oda etkinliklerine. Benim blogdaki yazıların da sıkı takipçisidir.”
“Ne iyi ettin de geldin Özgür. Kemal Başkan’a tam Ali’yi anlatıyordum.”
“Ali, bizim Ali mi?”
“Senin dönem arkadaşındı değil mi?”
“Sadece dönem değil aslında. Yani dönem ama sadece üniversiteden değil. Biz Ali ile Atatürk Anadolu Lisesi’nden de dönem arkadaşıyız.”
“Gerçekten mi? Bu Sıhhıye’deki değil mi Atatürk Anadolu Lisesi.”
“Yok, ben okulun adını eksik söyledim. Tam adı Ankara Atatürk Anadolu Lisesi, AAAL. Atlı spor kulübünün oradaki. Kemal Başkan senin dediğin, Atatürk Anadolu Lisesi Sıhhıye’de olan.”
“Tam sürpriz oldu benim için Ali’yi bu kadar iyi tanıyor olman. Biz de bu akşam sayısal karasal televizyon konuşacağız diye seni çağırmıştık.”
“Ali’nin verdiği dilekçeyi konuşacaksınız değil mi?”
“Ne dilekçesi?”
“Kemal Başkan anlaşılan Ali bizden önce davranmış Özgür’e anlatmakta.”
“Ali’nin bir suçu yok. Zaten ortada suç da yok. Ben vardiyalı çalışıyorum mâlum. Bugün öğlene doğru Ali’yle karşılaştık Ulus’ta. Biraz sohbet ettik. O zaman anlattı.”
“Biriniz bana da anlatabilir mi acaba?”
Kemal’in sesi biraz kırgın biraz öfkeli çıkmıştı. Sesindeki öfkeden utanıp ekledi.
“Yani, ikiniz de konuyu biliyorsunuz anlaşılan. Ben de öğrenmek istiyorum hızlıca.”
“Kusura bakma Kemal Başkan. Dediğim gibi Ali’yle öğlene doğru karşılaştık Ulus’ta.”
“Ben eve gider diye düşünmüştüm izin verirken. Oysa Ulus’a gitmiş demek ki.”
“İyi de yapmış Zerrin Abla. Epey sohbet ettik. Kendisinden beklenmeyecek işler yapmasının nedenlerini bile anlattı.”
“Ama bozuluyorum artık. Ben gideyim isterseniz, siz devam edin.”
“Kusura bakma tekrar Kemal Başkan. Senin olman önemli. Sendikanın da yardımı gerekecek muhtemelen. Ali sayısal karasal televizyon ve radyo yayınlarının Türkiye’de başlatılmamasında sorumluluğu olan tüm çalışanlar ile ilgili Teftiş Kurulu Başkanlığı’na şikâyette bulunmuş.”
“Sayısal karasal televizyon ve radyo dediğiniz bu DVB-T2 ve DAB+ mı?”
“Bu söylediklerin televizyon ve radyo yayınları için kullanılabilen iki standart. Kısaca özetleyeyim istersen. Teknik bir konu, o yüzden fazla ayrıntıya girmeyeceğim.”
“İyi olur Özgür arkadaş. Kabaca biliyorum ama sen bir özetlersen sevinirim.”
“Elbette. Zerrin Abla yanlışım olursa düzelt lütfen.”
“Olmaz bence ama tamam, atladığın bir şey olursa araya girerim.”
“Peki başlıyorum, Kemal Başkan, senin de bildiğin gibi Avrupa’da ve aslında dünyanın hemen her yerinde televizyon yayınları üç farklı ortamda sunulur: uydu, karasal vericiler ve kablo. Bu üç ortamın pazardaki payları ülkeden ülkeye değişkenlik gösterir. Dağlık ve dağınık yerleşimlerin olduğu ülkelerde uydu, küçük ve şehirlerde yoğun nüfusun olduğu ülkelerde kablo yaygın kullanılır. Teknolojinin ilerlemesi ile uydu ve kablodaki yayınlar analogdan sayısala dönüşüm geçirdi. Eski uyduları hatırlarsın, analog alıcıları vardı.”
“Pek hatırladığım söylenemez. Benim sözelci olduğumu unutmayın.”
“Doğru, o zaman ayrıntıları atlayıp devam edeyim.”
“Aynen, sana zahmet kritik olanları anlatsan yeterli olur.”
“Kılçık antenler vardı eskiden hatırlar mısın?”
“Onları hatırlıyorum. Televizyon çekmezdi, çatıya çıkar, sağa sola çevirip ayarlamaya çalışırdık. Sonraları tavşan kulağı haline gelmişti hatta değil mi?”
“Yaşımız ortaya çıkıyor Kemal Başkan. İşte tüm o antenler analog karasal televizyon yayınlarını alabilmek için kullanılıyordu. Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte bu yayınlar da sayısallaştı. Artık tek frekanstan birden fazla tv kanalı yayını iletilebiliyor. Hem enerji hem frekans tasarrufu.”
“Bu frekans işini hiç anlayamıyorum aslında ama sen sormadığımı varsay.”
“Kemal Başkan benim bir benzetmem var. Otoyol gibi düşün frekansı. Eski analog yayınlar tek şeritli yollardı. Şimdi aynı güzergaha 4 şeritli yol yapıyorlar. Böylelikle tek frekanstan dört yayın gönderilebiliyor.”
“Abla teşekkürler destek için. Bak böyle anlatınca daha kolay anlaşılıyor.”
“Sen senelerdir konuyu gündeme getirmek için uğraşıyorsun ama bir ilerleme olmuyor ne yazık ki. Başaramadık be Özgür.”
“Neyi başarabildik ki Abla.”
Ozan da tam böyle söylemişti. Zerrin, burada kalırsak yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Ben cezaevinde sen işyerim dediğin binada çürüyeceksin. Daha iyi bir dünya için uğruna mücadele ettiklerimiz ise ne yapmaya çalıştığımızı bile anlamadan yaşamayı sürdürecekler. Bugüne kadar neyi başarabildik ki…
Ne kadar doğru bir soru. Neden daha önce soramadım kendime.
“Değil mi Zerrin Abla?”
“Evet, haklısın.”
Umarım saçma bir şey söylememiştir.
“Türkiye dışında dünyanın neredeyse tüm ülkelerinde analog karasal televizyon yayınları sonlandırıldı ve sayısal karasal yayına geçildi. Türkiye’de ise bir kez frekans tahsis ihalesi açılsa da iptal edildi sonradan mahkeme kararları ile. Şimdi ne sayısal karasal radyo ne sayısal karasal televizyon yayınımız var. İşte Ali bugün bir dilekçe vererek bu durumun oluşmasına yol açan herkesin soruşturulması için Teftiş Kurulu’na başvurmak istemiş.”
“İyi ama Teftiş neyi soruşturacak ki?”
“Muhtemelen yapılacak bir işlem bulunmamıştır diye evrakı yanıtlayacaklar ama Ali’yi baştan aşağı soruşturacakları kesin.”
“Aslında sıkı çocukmuş bizim Ali. Hiç beklemezdim kendisinden. O kadar dil döktüm, bizzat kendim sendika başkanı olarak gittim konuştum, üye olmadı sendikaya.”
“Bugün bana anlattıklarını duysanız ne kadar ilginç bir insan olduğunu daha iyi anlarsınız ama ısrar etmeyin, anlatmayacağım.”
“Özgür sana bir de bu sayısal karasal yayın ile demokrasinin güçlenmesi arasındaki ilişkiyi sormak istiyorum. Ali böyle bir şeyler geveliyordu bugün. Ben bir ilişki olduğunu zannetmiyorum. Teknolojik bir tercih sonuçta, yayınları hangi ortamdan iletileceği.”
“Abla bir yere kadar haklısın ama bir yerden sonra teknolojik tercih de siyasi ya da daha doğrusu politik tercih olabiliyor.”
“Nasıl yani Özgür arkadaş. Hepimizin anlayacağı şekilde bir anlatsan.”
“Deneyeyim. Abla sen de bilirsin, senelerdir karasal yayınları kimsenin izlemediği bu yüzden de bu yayınları sayısallaştırmanın gereksizliğini söyleyip durdu, özellikle uydu dünyası.”
“Doğru, hatta bir ara gazetelere tam sayfa ilan vermişlerdi.”
“İşte sen de hatırlıyorsun Kemal Başkan.”
“Yaşım senden çok küçük değil Özgür arkadaş.”
“Yaş konularına girmesek diyorum.”
“Peki Zerrin arkadaş, haklısın. Kusura bakma Özgür, sen devam et.”
“Ben bu konuyu blogda yazarken tren yolu örneğini vermiştim. Bence dâhice bir benzetmeydi, ama diğer yazılarım gibi onu da okuyan olmamıştı fazla.”
“Trenle yayının ne benzerliği var ki?”
“Hemen açıklayayım. Şimdi televizyon yayınlarını üç temel yolla iletebiliyoruz ya: uydu, kablo ve karasal.”
“Evet, söylemiştin zaten.”
“İşte Ankara – İstanbul arasını da üç farklı araç ile gidebiliriz: uçak, tren ve otobüs.”
“Galiba anlıyorum nereye geleceğini. Uçak, uydu; tren, karasal; otobüs ise kablo değil mi?”
“Uçak ve otobüs uydu ve kablo, hangisi hangisine denk gelir çok da önemli değil ama trenin karasal olduğu kesin.”
“Hızlı tren yokken ya da analog karasal yayın varken bunu tercih edenler azdı. Ne zaman trenler hızlandı, onu tercih edenler de çoğaldı.”
“Aynen öyle. Bir de işin mali boyutu var. Bugün uyduda Free To Air dediğimiz ücretsiz yayınlar çoğunlukta olsa bile aslında hem uydu hem kablo abonelik gerektiren ücretli platformlardır. Oysa karasal yayın, herkesin ücretsiz erişebildiği bir ortam sunar. Bunlar alıcı, izleyici taraftaki etkileri. Bence demokrasiye asıl etkisi yayıncı tarafına etkileri.”
“Onu da dinlemek isterim ama öncesinde kırmızıdan devam edelim derim. Celâl Bey önerdi. Siz nereden tanışıyorsunuz Celâl’le Özgür?”
“Abla bizim hikâye uzun. Hele ikinci şişeyi söyleyeyim. Ben yarım kadeh içebildim Yanık Ülke’den. Benim seçmemde sakınca var mı ikinci şişeyi, Kemal Başkan, Abla?”
“Yok, benim şarapla aram pek yok işin doğrusu. Ben rakıcıyım.”
“Merak etme Kemal Başkan, rakı masası gibi olmaz elbette ama, ikinci şişeden sonra ülkenin kurtuluş reçetelerine başlarız biz de.”
Celâl ilk önerisinin beğenilmesine sevinerek ikinci şişeyi düşünüyordu. Masadan çağırdıklarını görünce hafızasını yoklayarak listesini güncellemeye çalıştı.
“Yanık Ülke’yi sevdiğinizi görüyorum. Şişe hızlıca bitmiş. Kula’nın pek bilinmeyen bir üreticisi Yanık Ülke. Şimdi bir şişe daha alayım değil mi? Gene kırmızı mı olsun?”
“Celâl Hocam Şato Kalpak 2016 var mı?”
“Özgür Hocam var demeyi çok isterdim. Ancak Bülent Bey’in ürünlerinde stok bulundurmak çok zor. Geldiği gibi biten şaraplar. Ben size Urla şarapçılığın dörtlü kupajını sunmak isterim. Bu arada yolunuz Şarköy’e düşerse, Bülent Kalpaklıoğlu’nun kurduğu Şato Kalpak’ı ziyaret etmenizi öneririm. İşini böylesine severek yapan insana az rastlanır. Bağın manzarası da enfes.”
“Celâl Hocam Vourla değil mi dörtlü kupaj dediğin.”
“Evet Özgür Hocam. Cabernet Sauvignon – Merlot – Şiraz ve Boğazkere. Böyle güçlü gövdeli, tanenli, tam senin sevdiğin kekremsilikte.”
“Eyvallah. Siz ne dersiniz?”
“Dediğim gibi ben Yeşil Efe’ciyim.”
“Ben fazla anlamam. Bir önceki güzeldi. Celâl Bey’in bilgisine ve seçimine güveniyorum.”
Celâl, seçimine güvenilmesinin mutluluğu ile yeni şişeyi getirmeye gitti. Attendo Vino, bir işletme olduğu kadar arkadaşları, dostlarıyla buluşma adresiydi.
Haftaya devamını okumak için burdayım.
YanıtlaSilBeklerim
SilSevgili Özgür, uzun bir aradan sonra kitabını yazmaya.başlamana sevindim.Kutluyorum,anlatımın benim açımdan çok güzel televizyon yayıncılığı ile ilgili verdiğin örnekleri çok beğendim.Doğal olarak şarapla ilgili tanımlamalar bana.uzak.Biraz da şarap reklamı mı yapmışsın? Haftaya devamını okumayı bekliyorum
YanıtlaSilVakit ayırıp yazıyı okuduğunuz ve yorum yaptığınız için çok teşekkürler. Roman denemesini yapmamın nedeni sayısal karasal radyo ve televizyon yayıncılığında yaşamakta olduğumuz, ülkemizi dünyada - bizim büyüklüğümüzdeki ülkeler arasında - tek kılan garipliğe dikkat çekmekti. Şarap ise romana farklı bir boyut kazandırma çabasının sonucu. Reklâm kaygım yok ama keşke Anadolu şarapçılığı daha çok gelişse diye düşünmüşümdür hep. Şarabın anavatanı olan coğrafyamızda ihracat ürünü olarak ekonomiye katkı sağlayacaktır.
Sil