Cumartesi, Haziran 10, 2023

Ali Bölüm 10

“Öğlen çocukları alacağımıza göre fazla zamanımız yok. Bence şöyle yeşillik sakin bir yerde hem yürürüz biraz  hem bir çay kahve içeriz. Senin üniversiteye mi gidelim  benimkine mi?”  

“Şimdi Hacettepe uzak kalır Çiğdem Mahallesi’ne.  Bence ODTÜ’ye gidelim. Sunshine’da oturur kahve içeriz. Seviyorum orayı.” 

Kafede otururlarken Ali’nin telefonu çaldı.  

“A, Özgür arıyor.”  

“Açsana haydi.” 

“Abi merhaba, ne o özledin mi beni? Öyle mi, Zerrin Hanım’la birlikte mi, işe yarar mı dersin, sen de öyle diyorsan, yok abi benim işim olmaz sendikayla, neyse abi  onu sonra konuşuruz, Attendo Vino’yu duymadım, peki Sevinç’e de söylerim yanımda zaten, tamam abi dur veriyorum.” 

“Özgür merhaba. Biz de senden konuşuyorduk geçen.  Ne kadar kibar ve düşünceli bir arkadaşsın. Hediyen  için tekrar teşekkür ederim. Ne hiç teşekkür etmedim

mi? Hayat koşturmacası işte unutuvermişim. Bak ne diyeceğim. Bize gelsene bir ara. Sıcak yemeği özlemişsindir. Yok artık daha neler, Osmanlı saray mutfağı mı, sen yaptığında yeriz onu, bizde bildiğin ev yemekleri var. Bak sen gel, hem bir arkadaşımla tanıştırmak istiyorum seni. Bence iyi anlaşırsınız, en azından ortak bir yönünüz var, bizim okulda tarih öğretmeni Esra, sen 74’lüydün değil mi, o 80’li. Esra, İttihat ve Terakki diye kafamı şişiriyor her gün, bak işte, ben tanıyorum seni oğlum, haftaya Cuma gelin, ben Esra’ya da söylerim, tamam, ben de.”  

“Esra da nereden çıktı. Hiç bahsetmedin bana.”

 “Aman Aliciğim, çocukların peşinde koşmaktan birbirimizle iki çift laf edebiliyor muyuz sanki. Neyse Zerrin Hanım sağolsun sana izin vermiş de bak sohbet edecek vakit bulabildik. Ne diyor Özgür?” 

“Dün Zerrin Hanım ile buluşmuşlar, Kemal diye bir uzman arkadaş var kurumda. O da gelmiş. Benim dilekçe…”

“Ne dilekçesi?” 

“Doğru sana bahsetmedim. Dün bir dilekçe verdim,  daha doğrusu vermek istedim.” 

“Neyle ilgili?” 

“Sayısal karasal radyo ve televizyon yayınlarıyla ilgili.”

“Of bıktım valla bu sayısal karasal ne haltsa.” 

“Dur sinirlenme hemen.” 

“Valla bıktım, bir sana dert koca ülkede. Başlamadıysa  başlamadı. Ne olacak yani. Başlasa sanki ülkenin kaderi  değişecekti.”

“Kaderi değişir miydi bilemem elbette ama birçok şey  değişirdi başlasaydı.” 

“Meselâ, bir örnek ver.” 

“Senin memleketi düşün, Erzurum, yerel bir televizyon kuracaksın. Bir kuruluş maliyeti var. Bu DTT olsa da olmasa da aynı.” 

“İşte bir şey değişmiyor, kendin söyledin.” 

“Sabret biraz. İşte diyelim ÖzDadaş TV, kurduk televizyonu. DTT olsa, ÖzDadaş TV yerel, en fazla bölgesel yayın lisansı alıp Erzurum ya da Erzurum ve çevre  illere yayınını gönderecek.”  

“E, yani? Şimdi uyduda dünyanın her yanına gidiyor işte  yayını.”  

“Dediğin gibi bugün ÖzDadaş TV uyduya çıkmak  zorunda. Yayını önce Türksat merkezine iletiyor, ardından uyduya çıkıyor. Bunlar ciddi paralar. Kanalı, yerel reklâmlarla çevirme şansı kalmıyor.” 

“Yani,”  

“Yanisi şu. Eğer yerel kanalları yerel reklâmlarla yaşayabilecek maliyetlerde yayın olanağı olsa, bugünkü gibi binlerce kanallı uydu yerine yerelde birkaç kanal  olurdu.”  

“İyi ki olmamış o zaman. Baksana binlerce yerine onlarca kanala kalacaktık.” 

“Kanal sayısı daha az olurdu belki ama bu kanallar sermaye gruplarının elinde olmazdı. İhale ya da siyasi rant için değil gerçekten yayıncılık için açılmış olurlardı. O zaman yayın politikaları da değişik olurdu. Gerçek haberler izlerdik meselâ.” 

“Bence bir fark olmazdı ama neyse, sen dilekçende tam  olarak neyi talep ediyordun?” 

“DTT kurulmamasında sorumluluğu olanların soruşturulmasını.” 

“Yapmadım de lütfen. Böyle bir siyasi ortamda, pes yani. Bence sen LinkedIn’deki özgeçmişini güncelle. Senin emekliliğin gelmedi mi daha?” 

“Dur hemen endişelenme. Zerrin Hanım dilekçeyi işleme  koymadı. Yani ortada dilekçe yok, en azından şimdilik.  Bu arada emekliliği hak ettim ama yaşa takılıyorum biliyorsun.” 

“Neyse ki Zerrin Hanım varmış gerçekten. Yoksa şimdi  ayıkla pirincin taşını. Babam duysa başlardı hemen kızım ben sana demedim mi diye.” 

“Başlardı değil mi Mete Albay’ım.”  

“Haksız da sayılmaz Ali. Sen böyle biri değildin. Daha sakindin, daha mülâyimdin. Ne oldu sana böyle? Birkaç  haftadır bir acayip hallerdesin. Fark etmedim sanma.” 

“Fark ettin ve nedenini merak etmiyorsan daha kötü durumumuz.” 

“Böyle alınganlıkların da yoktu meselâ.”  

“Bilmiyorum Sevinç. Metin diye bir doktor varmış, psikiyatrist. Zerrin Hanım onun adını verdi. Önümüzdeki  Cuma’ya randevu aldım. Sen de gelsene benimle.”

“Gelirim elbette. Neredeymiş muayenehanesi?” 

“Tunalı Hilmi Caddesi’nde.” 

“Randevun saat kaçta?” 

“14.”  

“Harika, Tunalı’nın pasajlarını dolaşmıyorduk ne zamandır. Hatırlar mısın eskiden Kavaklıdere sineması vardı.”

“Nasıl unuturum. Orada izlediğim ilk filmi bile hatırlıyorum.”

“İlk film, kiminle izlemiştin acaba? Benimle olmadığına  göre.” 

“Aman Sevinç, seneler geçmiş üzerinden. Ben izlediğim  ilk filmi unutmadım diyorum sen kiminle izlemiştin diyorsun. Hoş filmi hatırladığım gibi kiminle gittiğim de aklımda. Üç Renk Mavi’yi izlemiştik. Bizim dönemden Sibel’le.”  

“Hani şu platonik âşık olduğun Sibel.”  

“Böyle diyeceğini biliyordum. Hem platonik sayılmaz.  Ben açılmıştım Sibel’e.” 

“Çocuklar duysa ne kadar gülerler. Açılmak ne baba diye.” 

"Bugünün diliyle söylersek ne deriz acaba? Sibel’e yükseliyordum sonra DM’den yürüyeyim dedim falan mı  deriz?"

"Vay Ali Bey, öğretmen olan benim ama senin de maşallahın var. "

"Benim oda arkadaşı sayesinde öğrendim jargonu biraz.  Adamın işi gücü bu. DM’den yürümek. Öyle ilgisiz ki. Bir  abimiz söylemişti bana, Bilgi beş harflidir, dört harfi ilgidir diye. Çok doğru bir söz. Bu çocukta ilgi olmayınca bilgi de olmuyor haliyle. "

"Nasıl girmiş peki sizin oraya?"

"Sence"

"Neyse, sormamış varsay." 

Çocukları okuldan alıp sinemaya gittiler. Sevinç ve Ceren, öğleden sonrasının tüm planlamasını yapmıştı. Çiğdem mahallesindeki okullarına yakın olsun diye Armada AVM’deki sinema salonu seçilmiş, film sonrası Armada’nın açık  havadaki kafelerinde pasta, kahve keyfi yapılmış, sınav hazırlığından bunalan Tunç’un havası değişmişti.

Meraklısı için not: Fotoğrafı Ankara'da çekmiştim. Çankaya'da, Cinnah caddesinin paralelindeki bir sokakta... Muhtemelen hâlâ duruyordur bu sokak sanatı...


Cuma, Haziran 09, 2023

Önümüzdeki yaz boyunca SadeceÖzgür'de okuyacaklarınız

Pek kıymetli okurum,

Bu paylaşım sana yönelik gibi görünse bile aslında kendime hatırlatma niyetiyle yazıldı. Biliyorum ki bu iletiyi okuyan hiç kimse, Temmuz ayında televizyon ekranı tasarımı üzerine bir yazı yayınlanacağını öğrenip, Temmuz ayında bu bilgiyi hatırlayıp, bakalım ne yazmış Özgür diye bloga gelmeyecek.

Dediğim gibi, kendime notları sizlerle paylaşıp, hep şikayet ettiğim ancak değiştirmek için hiç çaba göstermediğim üşengeçliğimden kurtulabilme aracı. Düşünüyorum öyleyse varım sözünü üşeniyorum öyleyse yarın diye çeviren bir tişörtüm bile var.

Lafı fazla uzatmadan gelelim yaz aylarının konularına:

  • Her ay enaz iki yeni kitap notu eklenecek. Bugünden belli olanları sıralayayım:
    • Kâmuran Şipal / Gece Lambalarının Işığında - Toplu Öyküler
    • Ece Temelkuran / Sinyorita Biz Burada Devrim Yapıyoruz.
    • Prof. Dr. Asker Kartarı / Kültür, Farklılık ve İletişim - Kültürlerarası İletişimin Kavramsal Dayanakları
    • Gül Işık / İspanya: Bir Başka Avrupa
  • Her ay İstanbul'da pek bilinmeyen bir yer ile ilgili yazı. Yazıda kullandığım fotoğrafı dün Karaköy'de bir binanın beşinci katında yer alan kilisede çektim.
  • Teknoloji konulu üç haftada bir yazı.
Görüldüğü üzere yazılarla dolu bir yaz sizleri ve beni bekliyor. 

Perşembe, Haziran 08, 2023

Sosyal medyada SadeceOzgur

Farklı tarihlerde yayınladığım benzer başlıklı yazılar var(dı) blogda. Bulabildiklerimi sildim. Karakterimden ötürü sanırım, bir yerlerde fazla duramıyorum. Hâl böyle olunca, sosyal medya hesaplarım başlıklı yazıların geçerliliği kalmıyor bir zaman sonra. 

Bu kez de muhtemelen farklı olmayacak ama gene de epeydir böyle bir paylaşım yapmadığımı görünce, güncel adresleri vereyim dedim:

Facebook Instagram Youtube LinkedIn Google Maps

Cumartesi, Haziran 03, 2023

Ali Bölüm 9

Ali tam servis saatinde evdeydi. Naneli sakızlarını çiğnemiş, bu  kez üzerine bir de karanfil kemirmiş, eve girince de ilk iş dişlerini  fırçalayıp okaliptüs kokulu gargara ile ağzını çalkalamıştı. Artık  anlamazlar diye düşündü. Sevinç mutfakta yemekleri ısıtıyordu.  Üzerini değişip salatayı hazırlamak için mutfağa yöneldi. Evde  olağandışı bir şey görünmüyordu. Tunç ve Ceren okulun yorgunluğunu üzerlerinden atmak ve “dolan” kafalarını “boşaltmak” için televizyonun karşısındaki yerlerini almışlardı. 

“Günün nasıl geçti.” 

“Aynı, senin?” 

“Benim de aynı. Sıradan bir Perşembe işte.”  

Pembe yalan sınıfına girer diye düşünüp durmuştu yol boyunca. Arada Mülkiyelilerde içtiğim bira gibi. Aynı olmadığını kendisi de biliyordu. Sevinç’e bugün olanları anlatmamak için kendini zor tutuyordu. 15 seneye yaklaşan evliliklerinde Sevinç’ten sakladığı bir şey olmamıştı, pembe yalanlarını saymazsa. 

“Aslında benim gün biraz farklıydı” diye açıldı, baharın  müjdecisi taze otları yıkarken. Bugün Zerrin Hanım izin verdi öğleden sonra Ulus’a indim, dolaştım biraz.  

“Vay, iyi yapmışsın. Arasaydın, dersim erken bitti öğleden  sonra. Gelirdim ben de.”  

“Özgür’le karşılaştık. Onunla oturduk. Sevinç seninle de  gitmeliyiz, hatta çocukları da alırız, Meşhur Ankara Dönercisi diye bir yere gittik birlikte. Konya sokağın üst başında.”  

Özgür’ün adını duyunca irkildiğini hissetti Sevinç. Oysa  Ali’nin arkadaşları arasında en sevdiğiydi. Liseden de hatırlıyordu, aynı sınıfta olmasalar da. Esprili, konuşkan, sıcakkanlı. Ama o doğum günü hediyesi… Neyse ki Ali’nin haberi yok. En iyisi olmasın da zaten. Ben de uzak duruyorum o günden beri. 

“A, ne güzel. Özgür nasıl? Epeydir karşılaşmadık.”

“İyi, aynı işte herkes bir hayat mücadelesi içinde. Sana  çok selam söyledi. Fotoğraf çekmeye devam ediyor mu diye sordu. Instagram’a artık eskisi kadar sık fotoğraf  koymuyorsun ya.”

Fotoğraflardan seçki yapıp doğum günümde masa takvimi olarak hediye ettiğinden de bahsetti mi acaba? Ali’nin arkadaşı dedik yakınlık gösterdik. Yaptığına bak, hem de arkadaşının eşine.  

“Hayat koşturmacasından fırsat kalmıyor. Biz fotoroman  olmuşuz Aliciğim.”  

“Öyle tabi. Bu arada senin Instagram hesabından seçtiği  kareleri kullanıp masa takvimi hazırlamış. Ne düşünceli  adam valla. Bunca senelik kocanım böyle ince bir hediye kırk yıl düşünsem aklıma gelmez. Gerçi o da fotoğrafı seviyor. Normal belki de.” 

“Senin haberin var mı?” 

“Doğum günü hediyenden mi? Verdi mi? Hiç bahsetmedin. Hediyeyi vermeden önce söylemişti. Sence uygun  olur mu diye sormuştu.”

“Sen ne dedin?” 

“Ne diyeceğim, çok ince düşünmüşsün. Benim hiç aklıma gelmez böyle şeyler dedim. Sonra sen bahsetmeyince, vazgeçti demek ki dedim.”  

“Unutmuşum sana söylemeyi. Sağolsun, ince düşünceli  bir arkadaşımız gerçekten.”  

“Özgür birçok arkadaşına benzer hediyeler hazırlamış. İnternette de olsa sanal şeyler silinebilir diyor. Kimisine  sana yaptığı gibi, Instagram fotoğraflarından seçtiklerini  bastırıp takvim yapmış, kimisinin blogundan kitapçık.  Vardiyalı çalışıyor ve bekâr. Hem vakti hem parası var.”  

Türkiye’de kadın olmak zor, böyle iyi niyetli yaklaşımlara karşı bile tetikte olmak zorunda hissediyorum diye düşündü Sevinç. Bu yaşıma kadar nelerle karşılaştım. Hele öğretmenliğe başladığım ilk seneler. Çocuklarla aramızda dört beş  yaş vardı. Kimi şiir yazar, kimi tenhada gördüğünde aşkını itiraf eder. 

“Bir gün çağırsak bize Özgür’ü.. Özlemiştir ev yemeğini.” 

“Olur, iyi olur.” 

“Zerrin Hanım neden izin verdi sana peki?” 

“Aslında önemli bir şey değil, 5 G üzerinden televizyon  yayınları iletimi konusunu araştıracağım. Pazartesine rapor hazırlayacağım.”  

Cümlesini bitirirken Cuma günü için yaptığı planları unutması gerektiğini fark etmişti. Cuma günü için de izinli olduğunu anlaşılması uzun sürmedi. 

“Harika, benim de yarın boş günüm. Seninle şöyle baş başa bir Ankara baharı kaçamağı yapalım.” 

“Ne kaçamak mı, okuldan mı kaçacağız, yarın okul yok  mu?” 

“Sizin için var Tunç, baban izinliymiş, benim zaten dersim  yok biliyorsun.” 

“Ya anne, biz de gelsek?” 

“Nereye?” 

“Siz nereye gidiyorsanız. Bir günden bir şey olmaz. Sınav yaklaştıkça bunalıyorum okuldan da, dersaneden de.” 

“Şöyle yapalım mı, öğleden sonraki iki dersi asın. Ceren’i  de alıp sinemaya gidelim.”  

“Heyo. Cereeennn. Yarın öğleden sonra sinemaya gideceğiz…” 

“Çocukların dilinden anlıyorsun.” 

“Eee, benim günüm onlar gibilerle geçiyor sabahtan akşama. Sen şarap mı içtin?” 

“Yoo..” 

“İçmişsin işte saklamana gerek yok. Meşhur Ankara Dönercisi’nde şarap olmadığına göre nereye gittiniz bakalım?” 

“AND Kafe. Nasıl anladın peki? Naneli sakız, karanfil, gargara, diş fırçalaması… Hiçbiri işe yaramadı gene.”

“Aliciğim bu saydıkların kokuyu gideriyor. Ama alkol, gözleri, bakışları değiştiriyor. Gözleri okuyabilen herkes anlar. Hele senin hiçbir şeyi gizleyemeyen gözlerine bakınca, her şeyi anlıyorum.” 

“Seni ne kadar çok sevdiğimi de anlıyorsun o zaman.” “Her baktığımda.” 

Ceren sinirle mutfağa girdi.  

“Hadi ama acıktık. Bir sürü ödevim var. Sonra bana kızıyorsunuz geç yatıyorsun diye.” 

“Tamam Ceren, tamam kızım. Haydi siz sofrayı hazırlayın.  Yemekler pişti zaten. Baban da salatayı bitirdi.” 

“Evet evet.” 

“Tamam tamam.”

“Of, bu ikileme huyumdan kurtulamadım gitti.” “Olsun olsun, böyle de iyi.”

—----------------------------------------------

Sabah, normal bir Cuma sabahına benzer başladı. Ali, son bir kaç haftadır olduğu gibi, 5’ten önce uyandı. Kahvesini demledi, okuma gözlüğünü temizledi ve  günün en sevdiği vaktinde, bu aralar en sevdiği işi yapmaya başladı. Bu sabah okuduğu kitaba kendini veremiyordu. Kafasında günün planı vardı.   

Bugün Cuma ve karımla bir Ankara kaçamağı yapacağız. Nereye gitsek acaba? Tunç ve Ceren’e söz verdiğimize göre öğlene kadar boşuz demek.  

“Gene erken uyanmışsın. Hayret uykusuzluğa pek dayanıklı değildin sen. İyi idare ediyorsun Ali. Çocuklara ne  hazırlayacağız?”

“Tost yaptım. Üç peynirli, salça soslu.” 

“Sabah sabah salça mı yiyecekler.”  

“Salça yemeyecekler, tostun arasına sürdüm az bir şey.  Bizim iş yerinde yapıyorlar bunu. Salçanın üzerine kekik  de konuluyor. Çok lezzetli oluyor. Ceren kesin mük diyecek bak görürsün.” 

“Ceren, sen ne yapsan mük diyor. Tipik baba kız ilişkisi.”

“Senin babanla ilişkin tipik değil ama”. 

“Bizim sorunumuz benden kaynaklanmıyor biliyorsun. Babam, Allah uzun ömür versin, zor adam. Belki öyle yetiştirildiği için, sert.” 

“Askeri lise çıkışlıydı değil mi?” 

“Evet, Kuleli Askeri Lisesi ardından Kara Harp Okulu.”

“Askerlik zor iş gerçekten.”  

“Babam gibi karacıysan çok daha zor inan.”

“Pek anlatmıyorsun ama epey forsun vardır senin. Komutanın kızıymışsın ne de olsa.”  

“Fors değil de etrafa korku salıyordum sanırım. Hiç yakın  arkadaşım olmazdı meselâ. Bir de asker çocuklarının kaderi şehir şehir dolaşmak. Neyse ki Atatürk Anadolu’yu kazanınca annemle ben Ankara’da kaldık.

“Ondan sonrasını biliyorum Sevinç Hanım.”

“Aynı sınıfta değildik gerçi ama ben de seni hazırlıktan  bu yana hatırlıyorum. Meselâ Özgür’ü hazırlıkta hatırlamıyorum.”  

- Normal, Özgür orta 2’de geldi Anadolu lisesine. Özel  okulda okuyan öğretmen çocukları için bir kontenjan  açılmış o tarihte. Özgür, Sarp, Mehmet sonra Elif, onlar  hep aynı yolla geldiler. İyi ki de gelmişler bu arada.  Hâlâ görüşüyoruz hepsiyle. LinkedIn sağolsun.

“Link Edin değil mi onun adı.” 

“Aman Özgür duymasın, tonla laf saydı bana.”

“Linkin olsun gibi, link edinmek anlamında diye düşünmüştüm hep.” 

“Ben de. Ama aslında Özgür haklı, Türk şirketi değil ki adı Türkçe olsun. LinkedIn, yani bağlı anlamında.” 

“Doğru ya. Bu arada ben çocukları uyandırayım sen  tostu tamamla.” 

“Konuşmaya daldık, zamanın nasıl geçtiğini unuttuk. Emredersiniz komutanım.” 

“Bırak hadi zevzekliği. Babama söyleyecektin bunları.”

“Baban beni dinlese, ona neler neler söylerdim ama.  Gerçi şimdi hakkını yemeyeyim, son 10 senedir, özellikle  Emine hala öldükten sonra aramız daha iyi eskisine  göre…” 

“Sana söylememiştim ama bak sen de fark etmişsin.  Emine hala, babamın hayattaki tek akrabasıydı. İyi  uzun yaşadı gerçi ama işte her ölüm erken ölümdür” derler. Neyse ki son zamanlarında babam hep yanındaydı. Son nefesini verirken de odadaymış. Babam gerçekten sever seni aslında, bakma başta sert davrandı. Benim Aleviye verecek kızım yok demeseydi  iyiydi.” 

“Sonunda verdi ama.” 

“Sen de mi. Hep bu erkek egemen dil. Ben mal mıyım ki  alınıp verileyim.”  

“Haklısın. Özür dilerim.” 

“Dileme, dilini düzelt yeter.” 

“Dil demişken, Reenkarnasyon Kulübü’nü okudum. Kaan  Arslanoğlu’nun romanı. Sen edebiyat öğretmenisin, seversin. Özgür vermişti romanı. Sen de oku, öyle verelim geri. Kaan Hoca dil konusuna takmış durumda bu ara.  Blogu var onun da insanbu.com adresi. Birara bak,. Güneş Dil Teorisi falan diye yazıyor. Türkçe kök dil miymiş neymiş.  

“İlginç, bakarım bir ara. Boris Vian’a taktım ben de. Ne  değişik ne yetenekli adammış.”  

“Mühendismiş biliyorsun. Zaten ne çıkıyorsa mühendisten  çıkıyor. Tutunamayanlar’ı da yazan bir mühendis.” 

“Gene meslek fetişizmine başladığımıza göre, Cereeen  Tuuunç, haydi günaydın çocuklar. Babanız harika bir  tost hazırlamış size.”  

“Günaydın, baba servisten beş dakika önce çıkıyoruz her sabah. Biraz daha uyuyabiliriz.” 

“Servisi bekletmeyelim. Atasözünü hatırlayın, servis bekle tilmez – beklenilir.” 

“Bak Ceren’i görüyor musun? Haydi kızım ama, akşam  yatmıyorsunuz sabah kalkamıyorsunuz.” 

“İlk hangi anne söyledi acaba bu sözü? Telifini alsa şimdi  köşe olmuştu.” 

“Öyle ama Ali. Sen de boş boş konuşacağına suluklarını  doldur çocukların.” 

“Doldurdum bile.” 

“Hayret.” 

“Ben de şaşırıyorum bazen. AI diye bir kavram var gündemde. Artificial Intelligence kelimelerinin baş harfleri.” 

“AI’ın ne demek olduğunu biliyorum Ali. Sosyalciyim diye  sen de beni iyice teknoloji özürlü yaptın. Yapay zekâ  işte.” 

“Hani hep derim ya biz erkekleri robot gibi düşünün, komut almadan işlem yapamayız. Bu AI, benim arada  kendiliğimde bir şeyleri akıl etmemi açıklıyor.” 

“Kendine pay biç hemen. Allah aşkına masa kurulacak ken tabakları götür dedikten sonra kaşık ve çatalların  götürüleceğini nasıl akıl etmez insan.” 

“Ama sen tabakları dedin, çatal ve kaşık da deseydin  onları da götürürdüm.” 

“Of Ali, o zaman bu AI bir an önce girsin devreye yoksa  benim şalterler atacak.”

Şaka maka kaç çocuğum var emin olamıyorum zaman zaman. Tunç ile Ceren gerçekten çocuk ama Ali, hepsinden çocuk. Üstelik Tunç ve Ceren büyüyor ama Ali büyümeyecek bir çocuk.  Baba erken ölünce anne el bebek gül bebek büyütmüş. İlk evlendiğimiz günleri hatırlıyorum da ne kadar şaşırmıştım. Gece  yatmadan süt içmek de ne? Neyse, o günlere kıyasla büyük gelişme gösterdi şimdi hakkını yiyemem. Bakalım bu sabah neler  yapacağız? 

“Haydi çocuklar işlerinizi bitirin. Babanız sizi erken gönderiyor durağa her zaman ama bu sabah anca yetişeceksiniz.” 

“Babacığım ellerine sağlık. Tost mük olmuş”. 

“Efso yapmışsın Baba. Annemiz ile iyi gezmeler. Öğleden  sonra bizi almayı unutmayın.”

Annemiz dedi gene. Paylaşımcı çocuklar, annem demiyor. İlk nasıl başladı acaba? 

“Merak etmeyin, siz yemeği yersiniz, ders başlamadan  geliriz almaya. Film seçtiniz mi? Ona göre sinemayı seçelim.”  

“Her ikisi de yapıldı merak etme. Seans ve film sonrası ne  yapılacağına da karar verildi.” 

“Anne kız iki kafadar yaptınız değil mi planı?” 

“Size kalsa iki robot, komut verip işlemin bitmesini beklemek yerine Ceren ile hallediverdik.” 

“Hangi film hangi sinema?”

“Ben anlatırım sana, çocuklar geç kalacak. Tunç’a da sen serviste anlat kızım.”  

“Tamam anne. Görüşürüz baba.” 

“İyi dersler çocuklar.”  

“Çocuklar gittiğine göre bekle bizi Ankara!” 

“Senin planın hazırdır Sevinç.” 

“Fikir benden çıksaydı plan yapardım. Dün öğrendim  daha bugün beyefendinin boş olduğunu. Yoksa benim  bugün için planım belliydi. Çocukların yazılısını oku, Boris  Vian’ın Mezarlarınıza Tüküreceğim’i bitir, ütü ve akşam  yemeğini yap.” 

“Senin planını bozmayayım o zaman. Ben çocukları alırım öğlen arası. Hangi sinema ve hangi filmdi”. 

“Aman çok komik. Bazen babamı dinlese miydim diyorum.” 

“ Dinleseydin keşke.”  

Birbirlerine arada böyle takılmalarının sonunda sevgiyle sarılma geliyordu. Bu sabah da öyle oldu. Evden çıktıklarında Nisan güneşi tepeye yaklaşmış, şehrin cam ve beton yığını sokakları, ısınmıştı.” 


Salı, Mayıs 30, 2023

Bir yıl daha biterken

Ömrümün bir senesi daha bitiyor. 18 seneden uzun süredir blog yazınca, dönüp ne yazdığına bakabiliyor insan. Sanırım pek takipçisi olmasa da hâlâ yazmayı sürdürmemin en temel nedeni bu, kişisel arşiv.

Yarım asırlık insan olacağım pek yakında. Kalan ömrüm, büyük olasılıkla, yaşadığımdan kısa. Yani ömrü bir maça benzetirsek, ikinci yarı çoktan başladı muhtemelen. Elbette ne kadar yaşayacağımızı bilemediğimiz gibi ne yaşayacağımıza dair de bilgimiz yok. Ancak hevesimiz olabilir. 

Kalan ömürde neler yapmak isterim diye bir düşündüm bu sabah, dışarıda horoz ötüşleri, köpek havlamaları ve en baskın olan, kuş cıvıltıları eşliğinde bir İstanbul sabahında:

  • Medya dünyasına yönelik teknolojik gelişmeleri takip etmek, 
  • Öğrendiklerimi, dilim döndüğünce, konuyla ilgisi ve bilgisi olmayanların da anlayacağı bir basitlikte blogumda paylaşmak,
  • Çocuklarımın keyifli ve huzurlu bir ortamda yaşamalarını sağlamak için gerekli adımları atmak,
  • Osmanlıca öğrenmeye devam etmek,
  • İspanyolcamı ilerletmek,
  • Ali'nin devam ve önce romanları olan Zerrin ve Esra'yı yazmak,
  • Az konuşup, çok dinlemeyi becermeye çabalamayı sürdürmek,
  • Doğayı sevmek ve onu korumak...
Bir madde dışında, ilk 50 sene nasıl geçtiyse, kalan ömrüm için yapmayı istediklerimde bir değişiklik yok aslında. Kendi adıma sevindirici bir durum. Demek ki geçen ömrümde yaptıklarımdan memnunum. 

İnşallah kalan ömrümde yaptıklarımdan çevremdekiler de memnun olur.

Yazıda kullandığım fotograf, ilk maddede bahsettiğim hedefin bir parçası, yakında blogda hareket yakalama (motion capture) konulu bir dizi yazı yayınlayacağım. Sense4Motion adlı şirketin ofisinde XSens adlı firmanın hareket sensörlerinin demosunda çekildi. 


Pazartesi, Mayıs 29, 2023

İki Kalp Üç Kitap - İstanbul'da Karma Evlilikler / Asker KARTARI

İdari ve siyasi bir çok kurumumuz Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras. Hatta 23 Nisan 1920'de kurulan Büyük Millet Meclisi'nden çıkan ilk yasa, Meclis-i Mebusan'ın dağıtılmadan önce görüştüğü son yasa. Kısacası bir imparatorluğun bakiyesiyiz. Çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir imparatorluğun bakiyesi olunca, her ne kadar sayıları azalsa bile, farklı dinlere inanan, farklı etnik kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bulunuyor. Bu farklı dinlere inanan vatandaşların Müslüman vatandaşlarla evliliklerini, kitapta kullanılan ifade ile karma evlilikleri, inceleyen araştırmasını roman tadında bir metin içinde aktarmış Prof. Dr. Asker KARTARI. 

Akademik çalışmaların, konuyla doğrudan ilgili olmayan insanlara da ulaştırılması ayrı bir çaba istiyor. Farklı zamanlarda yapılan söyleşileri sanki aynı ortamda sohbet ediyorlarmış gibi bizlere aktarmış Asker Hoca. Son derece ilginç bilgilerin de yer aldığı çalışmada kaşar peynirinin ortaya çıkış öyküsünden eski İstanbul'un eğlence mekânlarına, Kars'ın köylerinden İstanbul'un adalarına yolculuklara çıkıyoruz. 

Bu çalışmayı okumak, benim için farklı bir deneyim oldu. Nisan ayı başından itibaren Asker Hoca'nın yönettiği bir projede çalışmaya başladım. Son derece akıcı bir dille yazılmış eser. Keşke daha özenli bir editörlük hizmeti sunulsaydı diye düşündüm. Kolaylıkla düzeltilebilecek yazım hataları var. Eminim, bir sonraki baskıda onlar da düzelir. 

Cumartesi, Mayıs 27, 2023

Ali Bölüm 8

Şarap iyi, lezzetli ama rakının yerini tutmuyor. Zerrin’e yakın diye gidelim demiştim. Özgür’ün şarabı bu kadar sevdiğini bilmiyordum. Kaçıncı şişe oldu unuttum, sanki meyve suyu içiyorum, hoş özünde meyvenin -üzümün suyu- zaten ama nedense az bir kafam dumanlandı hepsi bu. Rakı içseydik oysa, şimdiye fikirler aklımda yarışa başlamıştı çoktan. Bir yanda Özgür bir yanda Zerrin, yok sayısaldı yok karasaldı kafamı belki de onların teknik muhabbeti dumanlandırdı. Artık toparlasalar da gitsek, ne yapacağımıza karar verdik zaten. 

“Arkadaşlar, saat geç oluyor. Sizin evler yakın ama benim yol uzun. Acaba yavaş yavaş toplarlansak mı diyorum.”

“Elbette Kemal Başkan, kusuruma bakma. Bildiğim konu olunca, bir de laf lafı açtı.”

“Olur mu ben de bilgilendim sayenizde. Ev uzak olmasa, sohbet keyifli, mekân keyifli.”

“Tamamdır bu durumda, ben şimdilik bir şey yapmayacağım. Siz Ali ile konuşursunuz zaten.”

“Evet Abla, ben gündüz konuştum bile aslında. Kemal Başkan da yarın konuşur işyerinde. Siz bir şey söylemeyin.”

"Yarın izinli dedim ya Özgür."

"Bende numarası var Zerrin arkadaş. Cepten arar konuşurum."

"Çok üstüne gitmeyin derim. Pazartesi geldiğinde yüzyüze konuşursunuz. Öyle fazla önemli bir şey gibi düşünmesin. Korkar, yanlış bir şeyler yapar diye endişe ediyorum."

"Benim bildiğim en çok Sevinç'ten korkuyor."

"Bak şimdi. Bekâr adamsın tabi, Ali mutlu evliliğin sırrını çözenlerden. Eminim evde son sözü o söylüyordur."

"Haklısın karıcığım değil mi o sihirli son söz Kemal Başkan."

"Zerrin arkadaş da bekâr ama o da sırrı vakıf demek ki."

(Bu kısım, yedinci bölümün sonuna eklenecek... Sekizinci bölüm aşağıda...)

Çarşamba, Mayıs 17, 2023

Ali Bölüm 7

“Evet, dostlar. Peki ne yapacağız bundan sonra? Yarın Cuma. İşe gelecek.” 

“Cuma günü gelmeyecek. Yarın izinli yani evden çalışacak.”  

“Bana söyledi bugün. Ne iyi yapmışsın Abla. Bu arada seninle tanışıyor olmamıza çok şaşırdı. Kemal Başkan daha iyi bilir ama bence Oda ve Sendika üzerinden bir bilgi edinme başvurusu yapalım öncelikli olarak. Ne oldu sayısal karasal yayın süreci öğrenmeye çalışalım yasal yoldan.”  

“Özgür arkadaş doğru düşünmüşsün bence de. Hatta tanıdık vekiller aracılığıyla soru önergesi de verdirebiliriz.” 

“Bence bilgi edinme başvurusunun yanıtını bekleyelim.”

“Vourla geldi. Tadına bakacak mısınız?” 

“Yok Celâl Hocam. Siz servisi yapın, sorun olacağını sanmam.”“ 

“Olursa buradayız zaten Özgür Hocam ne demek. Dolduruyorum o zaman herkese.”

“Üzerimden büyük bir yük kalktı gerçekten bu arada arkadaşlar. Boşuna dememişler bir elin nesi var iki elin sesi  var diye.” 

“Biz o sözü değiştirdik artık Zerrin arkadaş.”  

“Nasıl oldu yeni hâli?” 

“Kurtuluş yok tek başına.” 

“Biliyorum biliyorum. Ya hep beraber ya hiçbirimiz…”

“Aynen abla. Her yer Taksim her yer direniş derken, o slogan da çok atılmıştı.” 

“O değil de bu yaşasın halkların kardeşli-ği sloganına bir çözüm bulmak gerek.”  

“Neden Kemal Başkan? Halkların kardeşliği önemli.” 

“İçerikte sorun yok Özgür arkadaş. Sloganının temposu  ile heceler uyumsuz. Kar-deş-liiii-ğiii diye uzatmak gerekiyor. Ya tempoyu ya sözleri değiştirmek gerek.” “Haklısın aslında Kemal Başkan. Yayıncı tarafına etkilerini  anlatayım mı?” 

“Yayıncı tarafına ne etkisi olacak ki, sonuçta ihâle olsa frekans için bir lisans parası ödemek zorunda kalacak yayıncı. İhâle olmaması büyük avantaj onlar için, öyle değil mi yoksa”

“Ben farklı düşünüyorum Kemal. Karasal sayısal yayın olmayınca, yayıncılara uyduya çıkmak ya da platformlara katılmak dışında bir seçenek kalmadı. Bu durum, ülke geneline yayın yapan büyükleri çok etkilemedi belki ama özellikle yerel içerikler üretip oradaki yerel firmaların reklâmları ile ayakta kalabilecek ekonomik modelden yoksun kaldılar.”

“Abla, sanki aklımı okudun. Ben bu kadar güzel ifade edemezdim, hele ki yeni şişeye geçmişken.” 

“Senelerdir sektörü takip ediyorum Özgür. O kadar olsun. Gerçi benzer tespitler senin blogundaki yazılarda da var zaten.”

“Senin kadar iyi ifade edemedim hiç.”

“Daha gençsin. Abla olmanın farkı diyelim.”

“Sizin gibi teknik personel görmedim desem abartmış olmam. Bırakın da işin ekonomik sosyal boyutunu biz düşünelim.”

“Kemal Başkan, elinizi tutan yok. Bakma biz, en azından kendi adıma ben, sosyal etkilerini düşünüyorum ama bir şeye faydası yok bu düşündüklerimin.”

“Söylediklerini bir de benim sözlerimle özetlemeye çalışayım, bakalım doğru anlamış mıyım? Diyorsun ki Çorum Leblebi 19 Televizyonu aslında Çorum’un yerel reklâmverenleri ile ayakta kalabilecek bir model oluşturabilir.. Peki bu Çorum Leblebi 19 TV, bugün zaten uyduda. Çorum ÖzHakikiLeblebileri neden reklâmını vermiyor uydudan tüm dünyaya yayın yapan “yerel” televizyonuna.”

“İşin sırrı Olin’de iki kere rafine diye bir reklâm sloganı vardı. Aklıma o geldi, bu kadar çok reklâm deyince. Abla izin verirsen ben yanıtlamaya çalışayım Kemal Başkan’ı”

“Elbette, Vourla da güzelmiş. Gerçi bir sınırı geçince tadlar birbirine karışıyor bende”

“Daha dur Abla, sınır falan. Neyse, unutmadan anlatmaya çalışayım. Eğer insanlara televizyonların üzerindeki küçük bir anten ile yerel / bölgesel ve ulusal yayıncıları ücretsiz olarak sunarsanız, yerel ve bölgesel kanalların izleyici sayısı artar. Şöyle düşün, evinde 20 ulusal, 10 bölgesel 5 tane de yerel kanal var. Sen bunlar arasında tercih yapıyorsun.”

“İyi de şimdi evde 1000 tane uydu kanalı var zaten.”

“1000 tane ama 800 tanesi çöp aslında”

“Yani, diyorsun ki teknik kalitesi yüksek ve ücretsiz, kolay erişilebilir yayınlar olunca yerel kanallar, bugüne göre daha çok izlenecek ve yerel işletmeler yerel kanallara daha yüksek ücretli reklâmlar verecek…”

“Tam olarak öyle. Bugün ekonomik olarak ayakta kalabilen kaç TV vardır sizce?”

Soruya yanıttan önce Celâl geldi.

“Kusura bakmayın, bölmek istemediğim için masanıza garson göndermedim ama ben uğrayıp sorayım dedim. Var mı bir isteğiniz?”

“Herşey çok güzel Celâl Bey. Biz iki mühendis bir araya gelince dünyayı unutuyoruz. Şaraplar çok güzel. Hiç adını duymadığım iki üretici. Kim bilir daha nice butik üretici vardır, değil mi?”

“Öyle gerçekten Zerrin Hanım. Şarabın anavatanı sayılır coğrafyamız. Seneler boyunca bağcılık ve şarap üretiminin merkezi olmuş.”

“Peki Celâl Hocam, bize ne önereceksin son şişe olarak?”

“Kemal Başkan, Zerrin Hanım’ın muhtemelen duyduğu bir üreticimizin butik şaraplarından birisiyle kapanışı yapmanızı önereceğim. Pamukkale Şarapçılık ismini duydunuz mu Zerrin Hanım?”

“Tanıdık geliyor ama emin olamadım. Sava onların markası mı?”

“Hatırlayacağınızı biliyordum, evet Sava, Pamukkale Şarapçılığın ürettiği ve market raflarında kolaylıkla bulunabilen bir serisinin adı. Ben size aynı üreticinin Nodus Şiraz 2019’unu önerecektim. Pamukkale Şarapçılık, adından da tahmin edebileceğiniz gibi Denizli’li bir üreticimiz. Güney ilçesindeki bağlarında yerinde, şato tarzı üretim yapıyor. Hem Sava gibi markalarıyla marketlerde bulunuyor hem de premium serisi ürünleriyle dünyada ödüller topluyor.”

“Şarap bir kültür derler, bence bilgi de eklenmeli o söze”

“Haklısın gerçekten Zerrin Arkadaş. Ben yeşil efe öncesi yeni rakıcıydım. Şarap deniz derya gerçekten.”

“Bence yüreğinin ve damağının sesini dinlemek gerek. Yoksa bölgeydi, üzüm cinsiydi, seneydi, bunlar Sommelier’lerin işi.”

“Haklısın Özgür Hocam. Bizim işimizi elimizden almayın zaten. Biz sizlere iyiyi, beğeneceğinizi düşündüklerimizi sunalım, siz tadını çıkartın”

“Çok teşekkürler Celâl Hocam.”

Salı, Mayıs 16, 2023

seçim sonuçları üzerine

Blogumda siyasi içerikli yazı yok, aslında daha doğrusu, güncel siyasete dair yazı yok. Çünkü yaşadığımız olaylara karşı gösterdiğimiz her tutum, siyasi duruşumuzu yansıtıyor. Bu bakımdan, sayısal karasal radyo ve televizyon yayıncılığına dair yazılarım, okuduğum kitaplar ve bunlarla ilgili paylaştığım notlar... Tüm bunlar "siyasi içerikli yazı".

Bu yazı ise biraz değişik. Güncel siyaset üzerine, hatta çok güncel seçim sonuçları üzerine kişisel değerlendirmelerimi içeriyor.

Mâlum, 13. Cumhurbaşkanı ve 28. dönem TBMM üyelerini belirlemek üzere 14 Mayıs 2023 tarihinde sandık başına gittik. Oylarımızı kullandık ve yapılan sayımların sonucuna göre Cumhurbaşkanı'nı belirlemek üzere 28 Mayıs 2023 tarihinde yeniden sandık başına gitmemiz gerekecek. Bu seçim sonuçlarına göre TBMM'de oluşan yapının bana anlattığı bir şeyler var. Yazıyı ise bunun üzerine kurmayacağım. Belki ileride TBMM üye dağılıma dair tespitlerimi de ayrı bir yazı ile anlatmaya çalışırım.

Herkes fili tuttuğu yerden tarif edermiş, benim seçim sonucu değerlendirmem biraz buna benzeyecek baştan uyarayım. Sonuçlar kesinleştikten sonra ilk aklıma gelen, bir önceki seçimin simgesel sözü olan "Adam kazandı"ya gönderme yaparak, "Bu kez kimse kazanamadı" oldu. Sonuçların söylediği en önemli şey bu bana kalırsa. Sistem çok açıktı; geçerli oyların yüzde 50'sinden bir fazla oy alınması şarttı ve hiçbir aday bunu başaracak kadar fazla oy alamadı. 

Şimdi yeni bir seçim yapılacak 28 Mayıs'ta. Yeni kelimesini koyulaştırdım. İlk turdaki oyların üzerine sayılmayacak ikinci turdaki oylar. Futbol diliyle söylersem iki maçtan oluşan bir eleme turu değil bu. Her maç kendi içinde biricik. 

Bu ikinci seçimde, amaç rakipten bir oy fazla almak sadece. Bu yüzden ne karamsarlığa kapılmaya gerek var ne seçmeni suçlamaya ne de ilk turda oyum fazla diye ikinci turu garanti görmeye. 

Bekleyip göreceğiz, ikinci tur ismi bile insanı yanlış yönlendiriyor. Bu yeni bir seçim. İlk turun devamı falan değil.  

Cumartesi, Mayıs 13, 2023

Ali - Bölüm 6

Telefonu çaldığında Özgür akşam yürüyüşünden eve dönüyordu. 

“Buyur Kemal Başkan.” 

“Özgür arkadaş merhaba. Yanımda Zerrin arkadaş var. Uygunsan seni Attendo Vino’ya davet ediyoruz.” 

“Zerrin Ablaya çok selamlar. Ne zaman davet ediyorsunuz? Orada mısınız yoksa?” 

“Evet. Haydi gel hemen. Çayyolu’ndaydı değil mi ev?” “Ev Çayyolu’nda ama ben evde değilim. Akşam yürüyüşü için çıkmıştım. Gerçi eve uzak sayılmam, üzerimi değiştirip bir de taksi buldum mu, gene nereden baksan yarım saat sürer oraya gelmem. Sorun olmaz umarım.”  

“Yok, sen gel. Buradayız daha.” 

“Özgür yarım saate geliyor.” 

“Harika. İstersen o gelene kadar ben sana kısaca olanları özetleyeyim. İstersen bekleyelim, Özgür gelince ikinize tek seferde anlatayım.”  

“Zerrin arkadaş, sen nasıl istersen. Bence, eğer sakıncası yoksa, aynı anda anlatman daha mantıklı.” 

Bu Kemal iyi adam ama fazla mantıklı. Sanki tüm hayatı mantık üzerine kurulu. Her kelimesini özenle seçiyor, her şeyin kurallara,  eskiler nizamname derdi, uygun olmasını istiyor. Sendikada başkan yapmışlar bir de. Bizim dairede uzman ama kök söktürüyor tüm yöneticilere. Sendikada kim bilir neler yapıyordur.

Yanık Ülke iyiymiş bu arada. Ne kadar hoş bir içimi var. Biraz çarptı galiba. Ozan oyun bozan, çıkmıyor aklımdan. Ozan, oyunumu bozan. Hiç sevmezdi bu tekerlemeyi. Bazen de takılırdım Nazo gelin senin için mi yazıldı diye. İlk başta anlamadı Nazo diyor, benim adım Ozan dedi, cümlesini tamamlamadan, öf be Zerrin ben sana Nirrez diyor muyum Nazo ne şimdi, diye kızmıştı. Üniversitede ben de hızlıydım. Platform toplantılarında konuşmalarımı ilgiyle dinlerlerdi. Bizim bölümden fazla çocuk yoktu zaten aramızda. Ozan ve ben, alt dönemden Selçuk, bizden iki üstte Emel ve Bora. Emel de yurtdışında şimdi galiba. Kaderimiz mi acaba? Ya benim gibi etliye sütlüye karışmayıp eskiyi unutacaksın ya da yurtdışı. Arası yok mu bunun? Gerçi Bora var. O kadar sert ve tavizsizdi, sonra iş insanı oldu, şimdi Kaz Dağlarında butik otel sahibi.  

- Daldın Zerrin arkadaş.. 

- Şarap güzelmiş Kemal. Üniversite günleri geldi aklıma. 

- O günler unutulmuyor gerçekten. Hele sizin kampüs, şehrin dışındaydı iyice. Biz Cebeci’de, Hukuk’un yanında. 

- Sen Mülkiye mezunuydun değil mi? 

- Öğünmek gibi olmasın ama öyle Abla. Önce Mülkiye sonra Türkiye.  

- Öyle derler değil mi? Öyle diye diye bu hale geldik ya  neyse. 

Önce Mülkiye sonra Türkiye’ymiş. Bu sosyal bilimcilerin elinden çekti ülke ne çektiyse. Gerçi Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan mühendisti, Erdal İnönü ise fizik profesörü. Aman neyse ne. Bırakalım politikayı Ozan yapsın. Orada da boş durmamış, Alman vatandaşlığını alınca yerel parlamentoda milletvekili adayı olmuş. Bavyera Meclisi’nde. Vekil eşi olabilirdim yani, oysa burada oturmuş Mülkiye Türkiye sözlerini dinleyip, Ali’nin yediği haltı düzeltmeye uğraşıyorum. Seçilebildi mi acaba? Seçilebileceği bir partiden değil de gene doğru bildiğini savunan birinden adaydır gerçi. Ozan işte. Nazo gelin. 

Şişe bitecek daha Özgür gelmeden. Arkadaş dedim diye bozuldu mu acaba? Kaç yaş fark var ama aramızda aslında abla demem gerek belki de. Ben öyle Zerrin diyemem başkaları gibi. Zerrin Hanım desem fazla resmi olur. İyi içiyormuş bu arada. Kederli, yalnız, mücadelesini kendi bildiği yöntemlerle yapıyor. Bir yerde Hızır Paşa gibi, içeriden fethedecek. Sonu Hızır Paşa gibi olmaz umarım. Mülkiye Türkiye sözüme mi içerledi acaba. Bu Özgür de gelemedi.  

Kemal’in düşüncelerini Celâl’in sesi böldü. 

Özgür’ü karşılıyordu Celâl.  

“Ne zamandır görünmüyorsun Özgür Hocam. Özlettin kendini.”  

“Haklısın Celâl. Bu aralar biraz yoğunluk var hayatımda.”

“Bahar Özgür Hocam, mevsim yenileniyor. Yoğunluk normal.” 

“Eyvallah Celâl. Bizim arkadaşlar gelmiş. Gördüm, işte oradalar.”

“Abla merhaba. Kemal Başkan selamlar.”  

“Sizin tanıştığınızı bilmiyordum ben.” 

“Kemal Başkan amma yaptın. Sayısal karasal yayıncılık konusunda çalışan herkesi tanıyorum. Zerrin Abla sağ olsun, ne zaman çağırsak geldi Oda etkinliklerine. Benim blogdaki yazıların da sıkı takipçisidir.”  

“Ne iyi ettin de geldin Özgür. Kemal Başkan’a tam Ali’yi anlatıyordum.” 

“Ali, bizim Ali mi?” 

“Senin dönem arkadaşındı değil mi?” 

“Sadece dönem değil aslında. Yani dönem ama sadece üniversiteden değil. Biz Ali ile Atatürk Anadolu Lisesi’nden de dönem arkadaşıyız.”  

“Gerçekten mi? Bu Sıhhıye’deki değil mi Atatürk Anadolu Lisesi.” 

“Yok, ben okulun adını eksik söyledim. Tam adı Ankara Atatürk Anadolu Lisesi, AAAL. Atlı spor kulübünün oradaki. Kemal Başkan senin dediğin, Atatürk Anadolu Lisesi Sıhhıye’de olan.” 

“Tam sürpriz oldu benim için Ali’yi bu kadar iyi tanıyor olman. Biz de bu akşam sayısal karasal televizyon konuşacağız diye seni çağırmıştık.” 

“Ali’nin verdiği dilekçeyi konuşacaksınız değil mi?” 

“Ne dilekçesi?” 

“Kemal Başkan anlaşılan Ali bizden önce davranmış Özgür’e anlatmakta.”

“Ali’nin bir suçu yok. Zaten ortada suç da yok. Ben vardiyalı çalışıyorum mâlum. Bugün öğlene doğru Ali’yle karşılaştık Ulus’ta. Biraz sohbet ettik. O zaman anlattı.”  

“Biriniz bana da anlatabilir mi acaba?” 

Kemal’in sesi biraz kırgın biraz öfkeli çıkmıştı. Sesindeki öfkeden utanıp ekledi. 

“Yani, ikiniz de konuyu biliyorsunuz anlaşılan. Ben de öğrenmek istiyorum hızlıca.” 

“Kusura bakma Kemal Başkan. Dediğim gibi Ali’yle öğlene doğru karşılaştık Ulus’ta.”  

“Ben eve gider diye düşünmüştüm izin verirken. Oysa Ulus’a gitmiş demek ki.” 

“İyi de yapmış Zerrin Abla. Epey sohbet ettik. Kendisinden beklenmeyecek işler yapmasının nedenlerini bile anlattı.”  

“Ama bozuluyorum artık. Ben gideyim isterseniz, siz devam edin.”  

“Kusura bakma tekrar Kemal Başkan. Senin olman önemli. Sendikanın da yardımı gerekecek muhtemelen. Ali sayısal karasal televizyon ve radyo yayınlarının Türkiye’de başlatılmamasında sorumluluğu olan tüm çalışanlar ile ilgili Teftiş Kurulu Başkanlığı’na şikâyette bulunmuş.” 

“Sayısal karasal televizyon ve radyo dediğiniz bu DVB-T2  ve DAB+ mı?”

“Bu söylediklerin televizyon ve radyo yayınları için kullanılabilen iki standart. Kısaca özetleyeyim istersen. Teknik bir konu, o yüzden fazla ayrıntıya girmeyeceğim.” 

“İyi olur Özgür arkadaş. Kabaca biliyorum ama sen bir özetlersen sevinirim.”  

“Elbette. Zerrin Abla yanlışım olursa düzelt lütfen.” 

“Olmaz bence ama tamam, atladığın bir şey olursa araya girerim.” 

“Peki başlıyorum, Kemal Başkan, senin de bildiğin gibi Avrupa’da ve aslında dünyanın hemen her yerinde televizyon yayınları üç farklı ortamda sunulur: uydu, karasal vericiler ve kablo. Bu üç ortamın pazardaki payları ülkeden ülkeye değişkenlik gösterir. Dağlık ve dağınık yerleşimlerin olduğu ülkelerde uydu, küçük ve şehirlerde yoğun nüfusun olduğu ülkelerde kablo yaygın kullanılır. Teknolojinin ilerlemesi ile uydu ve kablodaki yayınlar analogdan sayısala dönüşüm geçirdi. Eski uyduları hatırlarsın, analog alıcıları vardı.”  

“Pek hatırladığım söylenemez. Benim sözelci olduğumu unutmayın.”  

“Doğru, o zaman ayrıntıları atlayıp devam edeyim.” 

“Aynen, sana zahmet kritik olanları anlatsan yeterli olur.” 

“Kılçık antenler vardı eskiden hatırlar mısın?” 

“Onları hatırlıyorum. Televizyon çekmezdi, çatıya çıkar, sağa sola çevirip ayarlamaya çalışırdık. Sonraları tavşan kulağı haline gelmişti hatta değil mi?”

“Yaşımız ortaya çıkıyor Kemal Başkan. İşte tüm o antenler analog karasal televizyon yayınlarını alabilmek için kullanılıyordu. Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte bu yayınlar da sayısallaştı. Artık tek frekanstan birden fazla tv kanalı yayını iletilebiliyor. Hem enerji hem frekans tasarrufu.” 

“Bu frekans işini hiç anlayamıyorum aslında ama sen sormadığımı varsay.” 

“Kemal Başkan benim bir benzetmem var. Otoyol gibi düşün frekansı. Eski analog yayınlar tek şeritli yollardı. Şimdi aynı güzergaha 4 şeritli yol yapıyorlar. Böylelikle tek frekanstan dört yayın gönderilebiliyor.”  

“Abla teşekkürler destek için. Bak böyle anlatınca daha kolay anlaşılıyor.”  

“Sen senelerdir konuyu gündeme getirmek için uğraşıyorsun ama bir ilerleme olmuyor ne yazık ki. Başaramadık be Özgür.”  

“Neyi başarabildik ki Abla.” 

Ozan da tam böyle söylemişti. Zerrin, burada kalırsak yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Ben cezaevinde sen işyerim dediğin binada çürüyeceksin. Daha iyi bir dünya için uğruna mücadele ettiklerimiz ise ne yapmaya çalıştığımızı bile anlamadan yaşamayı sürdürecekler. Bugüne kadar neyi başarabildik ki…  

Ne kadar doğru bir soru. Neden daha önce soramadım kendime. 

“Değil mi Zerrin Abla?”

“Evet, haklısın.”  

Umarım saçma bir şey söylememiştir. 

“Türkiye dışında dünyanın neredeyse tüm ülkelerinde analog karasal televizyon yayınları sonlandırıldı ve sayısal karasal yayına geçildi. Türkiye’de ise bir kez frekans tahsis ihalesi açılsa da iptal edildi sonradan mahkeme kararları ile. Şimdi ne sayısal karasal radyo ne sayısal karasal televizyon yayınımız var. İşte Ali bugün bir dilekçe vererek bu durumun oluşmasına yol açan herkesin soruşturulması için Teftiş Kurulu’na başvurmak istemiş.” 

“İyi ama Teftiş neyi soruşturacak ki?” 

“Muhtemelen yapılacak bir işlem bulunmamıştır diye evrakı yanıtlayacaklar ama Ali’yi baştan aşağı soruşturacakları kesin.”  

“Aslında sıkı çocukmuş bizim Ali. Hiç beklemezdim kendisinden. O kadar dil döktüm, bizzat kendim sendika başkanı olarak gittim konuştum, üye olmadı sendikaya.”

“Bugün bana anlattıklarını duysanız ne kadar ilginç bir insan olduğunu daha iyi anlarsınız ama ısrar etmeyin, anlatmayacağım.”

“Özgür sana bir de bu sayısal karasal yayın ile demokrasinin güçlenmesi arasındaki ilişkiyi sormak istiyorum. Ali böyle bir şeyler geveliyordu bugün. Ben bir ilişki olduğunu zannetmiyorum. Teknolojik bir tercih sonuçta, yayınları hangi ortamdan iletileceği.” 

“Abla bir yere kadar haklısın ama bir yerden sonra teknolojik tercih de siyasi ya da daha doğrusu politik tercih olabiliyor.” 

“Nasıl yani Özgür arkadaş. Hepimizin anlayacağı şekilde bir anlatsan.” 

“Deneyeyim. Abla sen de bilirsin, senelerdir karasal yayınları kimsenin izlemediği bu yüzden de bu yayınları sayısallaştırmanın gereksizliğini söyleyip durdu, özellikle uydu dünyası.”  

“Doğru, hatta bir ara gazetelere tam sayfa ilan vermişlerdi.” 

“İşte sen de hatırlıyorsun Kemal Başkan.” 

“Yaşım senden çok küçük değil Özgür arkadaş.” 

 “Yaş konularına girmesek diyorum.” 

“Peki Zerrin arkadaş, haklısın. Kusura bakma Özgür, sen devam et.” 

“Ben bu konuyu blogda yazarken tren yolu örneğini vermiştim. Bence dâhice bir benzetmeydi, ama diğer yazılarım gibi onu da okuyan olmamıştı fazla.”  

“Trenle yayının ne benzerliği var ki?” 

“Hemen açıklayayım. Şimdi televizyon yayınlarını üç temel yolla iletebiliyoruz ya: uydu, kablo ve karasal.” 

“Evet, söylemiştin zaten.” 

“İşte Ankara – İstanbul arasını da üç farklı araç ile gidebiliriz: uçak, tren ve otobüs.” 

“Galiba anlıyorum nereye geleceğini. Uçak, uydu; tren, karasal; otobüs ise kablo değil mi?” 

“Uçak ve otobüs uydu ve kablo, hangisi hangisine denk gelir çok da önemli değil ama trenin karasal olduğu kesin.” 

“Hızlı tren yokken ya da analog karasal yayın varken bunu tercih edenler azdı. Ne zaman trenler hızlandı, onu tercih edenler de çoğaldı.” 

“Aynen öyle. Bir de işin mali boyutu var. Bugün uyduda Free To Air dediğimiz ücretsiz yayınlar çoğunlukta olsa bile aslında hem uydu hem kablo abonelik gerektiren ücretli platformlardır. Oysa karasal yayın, herkesin ücretsiz erişebildiği bir ortam sunar. Bunlar alıcı, izleyici taraftaki etkileri. Bence demokrasiye asıl etkisi yayıncı tarafına etkileri.”  

“Onu da dinlemek isterim ama öncesinde kırmızıdan devam edelim derim. Celâl Bey önerdi. Siz nereden tanışıyorsunuz Celâl’le Özgür?” 

“Abla bizim hikâye uzun. Hele ikinci şişeyi söyleyeyim. Ben yarım kadeh içebildim Yanık Ülke’den. Benim seçmemde sakınca var mı ikinci şişeyi, Kemal Başkan, Abla?”

“Yok, benim şarapla aram pek yok işin doğrusu. Ben rakıcıyım.” 

“Merak etme Kemal Başkan, rakı masası gibi olmaz elbette ama, ikinci şişeden sonra ülkenin kurtuluş reçetelerine başlarız biz de.” 

Celâl ilk önerisinin beğenilmesine sevinerek ikinci şişeyi düşünüyordu. Masadan çağırdıklarını görünce hafızasını yoklayarak listesini güncellemeye çalıştı. 

“Yanık Ülke’yi sevdiğinizi görüyorum. Şişe hızlıca bitmiş. Kula’nın pek bilinmeyen bir üreticisi Yanık Ülke. Şimdi bir şişe daha alayım değil mi? Gene kırmızı mı olsun?” 

“Celâl Hocam Şato Kalpak 2016 var mı?” 

“Özgür Hocam var demeyi çok isterdim. Ancak Bülent Bey’in ürünlerinde stok bulundurmak çok zor. Geldiği gibi biten şaraplar. Ben size Urla şarapçılığın dörtlü kupajını sunmak isterim. Bu arada yolunuz Şarköy’e düşerse,  Bülent Kalpaklıoğlu’nun kurduğu Şato Kalpak’ı ziyaret etmenizi öneririm. İşini böylesine severek yapan insana az rastlanır. Bağın manzarası da enfes.” 

“Celâl Hocam Vourla değil mi dörtlü kupaj dediğin.” 

“Evet Özgür Hocam. Cabernet Sauvignon – Merlot – Şiraz ve Boğazkere. Böyle güçlü gövdeli, tanenli, tam senin sevdiğin kekremsilikte.” 

“Eyvallah. Siz ne dersiniz?” 

“Dediğim gibi ben Yeşil Efe’ciyim.”

“Ben fazla anlamam. Bir önceki güzeldi. Celâl Bey’in bilgisine ve seçimine güveniyorum.” 

Celâl, seçimine güvenilmesinin mutluluğu ile yeni şişeyi getirmeye gitti. Attendo Vino, bir işletme olduğu kadar arkadaşları, dostlarıyla buluşma adresiydi.