Ana içeriğe atla

Yüzü Silinenler romanı üzerine Kaan Arslanoğlu ile e-söyleşi

Şubat 2017 tarihli birinci baskısı İthaki yayınlarından çıkan Yüzü Silinenler Darbe Günlükleri adlı romanı yayınlandığı ay okumuştum. 2 Mart 2018 tarihinde Kitapeki.com sayfasında Can Ahıskra'nın yazısını görünce, romanı tanıtmak için daha iyisini yazamayacağımı düşünerek, Arslanoğlu ile bir e-söyleşi yapmaya karar verdim. Aşağıda okuyacağınız söyleşi, umarım İnsanBu.com adresli internet sitesini keşfinize yardımcı olur. Bu vesile ile vakit ayırıp sorularımı kısa sürede yanıtlayan Kaan Arslanoğlu'na tekrar teşekkürlerimi sunarım.  

Son romanınızda bir kez daha ana kahramanlardan birisiniz. Reenkarnasyon Kulübünde benzer bir tarz. Savunduğunuz fikirleri dolaysız aktarma olanağı sunduğu için mi tercih ediyorsunuz bu türü?

Savunduğum fikirleri dolaysız aktarma olanağı sunması nedenlerden sadece biri. Başka birkaç nedeni daha önde gidiyor.
Siyaset-erdem-gerçek arayışı ve kendini sorgulama… Bu dört atlının ilişkisini devamlı ele alan, hep bu alanda araştırıp kafa patlatan biriyim. Siyaset kitleleri gütme sanatı. Siyaset bir yalan söyleme ve aldatma sanatı. Umudu abartma ve onu örgütleyip kullanma sanatı. En olumlu siyaset bile böyle. Fakat bu böyle diye onu tümden boşlayamayız. İstesek de bu olmaz. Kötünün hakimiyeti o zaman daha da mutlaklaşır. Zaten yaptığımız her işin, düşündüğümüz her sorunun içinde siyaset var.
Fakat bizler siyasetçi değiliz. Daha doğrusu ben değilim. Siyaseti dolaylı yapıyoruz. (Belki de en doğrudanını yapıyoruz, ama bu ayrı tartışma konusu.) Ben bir yazarım. Kendimi “aydınlatmayla” yükümlü gören bir yazar kabul ediyorum. Benim için bir yazar olarak “gerçek arayışı” siyasetin de önünde yer alıyor. Tüm aydınlar ve bilim insanları için de bu böyle olmalı. Bizler çok sevilme ve çok kitle toplama derdinde olmamalıyız. Sevilmesek de gerçekleri söylemeliyiz. Sevilme ve kitle toplama işini siyasiler yapsın.
Ya erdem? Hitap ettiğimiz kitlenin büyük ölçüde erdemsiz olduğunu biliyorum. Bunu gizlemeli miyim? Gizlesem erdemsizlik daha da artar gibime geliyor. Söylemeliyim o zaman. Söylediğim zaman kavga çıkıyor. Çok çirkin kavgalar çıkıyor. Yeri geliyor çirkefle çirkef, aptal ile aptal oluyoruz. Ben de o erdemsizlerle erdemsiz oluyorum. Susmayı erdem sayanlar boşuna saymıyor, bunda haklılık payı fazla. Ama susmak aynı zamanda başka bir erdemsizlik…
Bir de “Tanrı yazarlar” var. Roman ve hikaye yazarlar ve üstten bir yerden bakar, herkesi yargılarlar, ama ne üstten baktıklarını kabul eder ne de kendilerini işin içine katarlar. İnceleme yazarları, köşe yazarları… Çoğu aynı kategoriden. Onlar eleştirir ama eleştiriden muaftırlar. Kendilerini hiç eleştirmezler. Çünkü olayın içinde değil gibidirler, onlar üst alemlerdedir sanki.
Ben tüm bunları sürekli sorguluyorum. Bunları sorgularken istisnasız herkesi eleştiriyorum. Övüyorum da birçok çevreyi, kişiyi. Övgüye değer işler yaptıkları zaman. Sonra başka bir bağlamda yerin dibine sokuyorum. Bunları hep açık ve sakınımsız yapıyorum. Romanlarımı da böyle yazıyorum. O zaman diyorum ki. Son üç romanımda öyle dedim. İşin içinde ben de olmalıyım. Kendi zayıflıklarımı, kendimde gördüğüm eksikleri de eleştirmeliyim. Ben olayların, toplumun içinde yaşayan bir yazarım… O halde yazdığım romanda… Konu eğer uygunsa kendim de yer almalıyım. Okurlar romandaki kurgusal veya yarı-kurgusal karakterler ile birlikte beni de yargılayabilsinler.. yaşayan bir roman karakteri olarak.
Bunu narsistlik olarak gören çıkabilir. Öyle bir yönü de yok değil. Kişi kendini ne kadar açık ve dürüst eleştirebilecektir öte yandan? Bunu da sorabilirler. Onda da doğruluk payı var. Ama kişinin bir karakter olarak kendini ortaya koyması… Bir makalede veya romanda… Bir risktir. Cesaret isteyen bir şeydir. Ben tüm riskleri göze alan bir yazarım.   

E-postalar ile ilerleyen kurgu bence de devrimsel. Facebook gibi günümüz insanının hayatının merkezine girmiş "sosyal medya"nın romandaki kullanımı yaratıcı. Psikiyatri uzmanlığınızı hatırlatarak sormak isterim ne olacak bu "klavye delikanlılığı"nın sonu? En masum tüketim boykotu bile uygulamaya geçemezken "sosyal medya"da esip gürleyebilmek "düzenin bir oyunu" mu?

Klavye delikanlılığı elbette düzenin önümüze koyduğu bir seçenek. Sistem bu çarklarla işliyor. Büyük sermayenin elindeki medyanın işlevi bundan hem para kazanmak, büyük paralar kazanmak; hem düzenin yağ deliklerine sürekli yağ damlatmak; hem de bilinçleri bilinçli olarak çarpıtmak. Bu medyaya karşı “müthiş muhalif” bir karşı seçenek çıktı: Sosyal medya. Ama bakıyoruz, oradaki bilgi sağanağı da, bilgi kirliliği de ana akım medyanınkini geçti. Sosyal medya insanı daha da aptallaştırıyor. En kötü yönlerini abartarak öne çıkartıyor ve insanı daha da çirkinleştiriyor. Tabii bu, düzenin işleyişi gereği ama, esas olarak insanın “normal” doğasının gereği. İnsan bu… Her haliyle bu. Yani düzenin bu oyunlarını geri püskürtmek istiyorsak önce temelini bilmeliyiz. İnsan doğasını ayrıntılı olarak iyi kavramalıyız ki, karşı önlemlerini alabilelim. Yoksa boş bir düzen karşıtı söylem içinde düzenin dişlileri haline geliriz. Şimdiki muhalefet gibi… Alayı böyle… Karşı çıkamayacağımız güçleri… Örneğin burada sosyal medya gerçeğini… Bilerek… Bir Uzak-Doğu Dövüş ustası gibi onu yok edemeyeceğimiz gerçeğini kavrayarak… Onun gücünü ona karşı kullanmanın yollarını araştırmalı, denemeliyiz… Romanda böyle bir tema ve tartışma da var zaten… İnsan BU sitemizde başından beri bu tür şeyler tartışıyoruz.   

Romanın sonuna kadar süren bir gizem var. Bir yandan insanbu.com okurlarının takip ettiği tartışmaları bu roman ile sizi tanımış olanlara aktarırken bir yandan da polisiye gibi bir kurguyu oluşturmak nasıl mümkün oldu? Daha açık sorarsam bu romandakilerin ne kadarı gerçekten yaşandı?

Bizim sitede ilk yıllarda çok yoğun tartışmalar yaşanırdı. Şimdi epey azaldı. Azalmanın nedeni biraz bizim bilinçli müdahalemizden, bir nedeni de facebook ortamının daha öne çıkmasından. Her haberi orada da paylaşıyoruz ve orada daha çok tartışma yaşanıyor, sitedeki tartışmalar ikinci plana geriliyor. Buna neden girdim… Özellikle ilk yıllarda çok sayıda isimsiz ya da takma isimli yorum geliyordu. Günde ortalama dört-beş… Övenler, daha çok da sövenler, laf sokanlar, polemik yapanlar, birbirine laf atanlar, bize dalanlar… Çoğunu onaylıyorduk, ağır küfür olmadıkça.  Bunları kimler gönderiyordu? Kimler orada kıyasıya kavga ediyordu birbiriyle veya bizimle? Bazılarının kim olduğunu saptadık. Bazıları hakkında kuvvetli tahminlerde bulunduk. Bazılarının kim olduğunu anlayamadık… Kimisi çok yakın tanıdıklardı, kimi uzak tanıdıklar, bazıları muhtemeldir ki hayli ünlü zatlar, bazıları ise hiç tanımadığımız şahsiyetler. O kavgaları yatıştırmaya, bir yola sokmaya ya da denetlemeye çalışmak çoğu zaman son derece yorucu ve can sıkıcıydı. Kim olduklarını anlamaya çalışmak da keza, vakit alıcı ve öfkelendirici. Ama bu iş kimi zaman da gayet eğlenceliydi.
İşte “Yüzü Silinenler” romanımın kurgusu bu uğraşlar sırasında aklıma geldi. Roman büyük ölçüde kurgusal olmakla birlikte, oradaki olay ve kişiler İnsan Bu içindeki bu yorum savaşlarından ve o yorumların gerçek ve sanal sahiplerinden kuvvetli esinlenmeyle ortaya çıktı.

Uzunca bir süredir insanbu.com sayfasını yayınlıyorsunuz. Bu süreçte yazarınız olan isimlerin kimileriyle yollarınız ayrıldı. Sert sayılabilecek tartışmalar da yaşandı ayrılıklar sürecinde. Tüm bu süreçleri "insan bu" kapsamında değerlendirmenizi istesem.

Önceki soru ve cevaplardan devam edeyim. Ne demiştim: Romanlarda bile kendi kişiliğimle açığım. Övgüye ve sövgüye. İkincisi çok daha ağır basıyor elbette. Yazıyoruz… Durmadan yazıyoruz ve herkesi eleştiriyoruz. İnsan BU’ya bakın… Bakmak ve incelemek her iyi niyetli insana bedava… Kötü niyetlilere de sonuna dek açık… Ama onlar bakmaz ve incelemezler. Sadece suçlarlar. Baktığınız zaman ne görürsünüz? Benim fikirlerime ve tarzıma ters çok sayıda yazı bulabilirsiniz mesela. Bunu demokratlık gereği değil (pek demokrat sayılmam), içime kurt gibi yerleşmiş örgütlülük ve birlikte hareket etme ruhu hasebiyle kabul etmişim. Ya yorumlar… Orada bana sokulan yüzlerce lafı, hatta arada birçok açık hakareti görebilirsiniz. Küfür olmadıkça bunu face’de bile silmiyorum, yeter ki kimden geldiği açık olsun…
Ama bazı arkadaşlarımız kendilerine en ufak bir yüklenme olunca, ben onlara az buçuk dalınca, bunu kaldıramıyor, 1.de olmasa bile 2.cide aşırı bir tepki gösterip köprüleri atıyorlar. Köprüleri atanlar ne yazık ki onlardır, ama buna onları benim zorladığım da ayrı bir gerçek.
Çünkü…
Bir- Birilerini şiddetle eleştiren arkadaşlarımızın başka birilerini de aynı cesaretle eleştirebilmesi gerekir. Eleştiride çifte standart insan BU’da oturtmaya çalıştığımız ilkelere en ters şey.. Oysa bazı arkadaşlarımız insan BU’nun ışığını yetersiz görüp (haklı olabilirler) başka ışıklara hayranlık besliyorlardı. Dolayısıyla o ışıklara karşı eleştiri okları hiç yönelmiyordu. Buna bir yere kadar tahammül edilebilir, bir yerden sonra edilmez. Bir de şahsen çeyrek dostluk en katlanamayacağım şeydir hayatta. Hele yazı-düşün dünyasında. Yarım dostlukta bile kavga çıkarmaya başlar ve insanları test ederim…
İki- Herkes, en başta ben, en ağır eleştirilere ve sövgülere muhatap iken birilerinin bundan muaf tutulması eşitlik ilkesine ters. Özellikle bu ayrılan arkadaşlarım… Bana karşı gösterdikleri sertliği, oradaki takdir edilesi cesareti başka dostlarına karşı da göstermeliler. Ama onları sakınıyor, beni sakınmıyorlarsa zaten dostluk daha önceden bitmiştir. Evet çabuk öfkeleniyorum, bunu bazen denetleyemiyorum. Açık bir zaaf. O olmasaydı belki şu halimle, bu ilkelerimle bile çok daha popüler yazar olacaktım. Ama bazen düşünüyorum da, iyi ki öfkeliyim. Çünkü insanların gerçek yüzü kavga sırasında ortaya çıkıyor. Bunlar birer deneydir, sınavdır, erginlenmedir. Krizlerle test edilmemiş dostluklar gerçek dostluk değildir. İçte saklanan nefretlerle yürütülmeye çalışılan arkadaşlıklar da arkadaşlık değildir. Bunların kusturulması gerekir (katharsis) ki, kusulduktan sonra geriye bir sevgi-saygı kalmışsa, altın olan budur.
Üç-  Solda, genel geçer sol popülizme, kalitesizliğe ve karaktersizliğe yatırım yaparsanız her zaman belli bir kitleniz olur, onların küçük yıldızları halinde kalabilirsiniz… Benim açımdan bunun hiçbir değeri yok. Ama asıl yaşam ve sosyalizm mücadelesi açısıdan bir değeri yok. Popülizme yaklaştığım her an bunu fark ettim ve uzağa kaçtım, böyle popülerliğe hiç özenmedim.
Bu dediğim şey her yere çekilebilir, herkesin diyebileceği genel geçer bir sav mı? Belki… Ama kesin bir ölçütü var ileri sürdüğüm. Birilerini eleştirmede gösterdiğin cesareti… Kendi tarafını… Hatta kendini eleştirmede, eleştiriye açık olmada gösterebiliyor musun? Bizler kavgalarımızı istisnalar hariç hep açık, tüm okura açık yaşadık…  Yazılı, belgeli… Hangi yayın organında editörlere bu kadar saldırı var? Belki benzer birkaç yayın?
Başka deyişle bizler siyasetçi değiliz. Siyasetçilik yeri geldiğinde çeyrek dostluklara, hatta 1/10 luk bir sevgi ilişkisine katlanmak demektir. Biz ise kolektif bir yayın, ama başkalarından bambaşka bir kolektif yayın çıkarma sevdasındaydık. Buna neden katlanalım?
Sonuç olarak: Başlangıçtan bugüne 10’na yakın arkadaşımızla yolumuz kavgalı ayrıldı. Bazıları da sessizce uzaklaştı. Bunların hepsi iyi insanlardır. Hatta dünya ve Türkiye ortalamasında düşünürsek, her biri seçkinlik derecesinde iyi insandır. Her birinin ayrılışına tüm samimiyetimle söylüyorum, üzüldüm, halen de üzülüyorum. Ama hiçbirindeki tavrımdan pişman değilim. Ayrılığımız iyi olmuştur.
Çünkü… Dedim ya… Ben yazar olarak ayrı bir duruş geliştirme ve o duruşu koruma derdindeyim. O halde birlikte olduğum yazar dostlarım da bunu saygıyla karşılamalı. Köstek değil, destek olmalı. Kitleye açılalım derken yaşadık en ağır kavgaları. Durmadan en yakınımızdakilerle kavga ederken kitleye sıra gelmedi ki. Zaten solun sol olamamasının başat nedeni uzaktakilerden değil, en yakınımızdakilerden, hatta kendimizden gelen dirençtir.
O halde kitleye birlikte açılacaksak her arkadaş gönül birliğini tam göstermeli, sadece bana değil, öteki yazar arkadaşlarına da aynı sevgiyi göstermeli. Yarım dostluktan nefret ettiğimi bilmeliler. İnsan Bu ne? Dünya ve Türkiye ölçeğinde bir bok mu, güç mü? Onun diktatörü olsam ne yazar? Bunun farkındayım. Farkında olduğum için de işte çeyrek dostluklara kapalıyım. Küçüğüz, küçücüğüz… Bari onurumuzla küçük kalalım. İnsan BU… Ama mühim olan insanlık… Üst insanlık… Belki de geleceğe bırakacağımız iz… Belki de o kavgalarımız…

Yorumlar

geçen haftanın en çok okunan 10 yazısı

Fatih Tekke ile Trabzonspor

Trabzonspor bu sezona iyi başladı. Uzun bir aranın ardından dört maç üst üste kayıpsız ilerliyor. Lider Galatasaray ile arasındaki puan farkı, bir maç fazlasıyla, 2. Galatasaray'ın kadrosuna bakınca şampiyonluk için pek şansımız olmadığını düşünen çok olacaktır.  Ben olaya farklı bir açıdan bakmak istiyorum. Bu sezon Trabzonspor Avrupa kupalarında yok. Oysa Galatasaray, Fenerbahçe ve Samsunspor ligin yanısıra Avrupa'da da mücadele ediyor. İki kulvarda mücadele, sakatlık ve yorgunluk gibi dezavantajları beraberinde getiriyor.  Bu yüzden, kadro derinliği Galatasaray kadar olmasa da Trabzonspor'un zirve yarışını uzun süre götürebileceğini ve bu senenin bir kez daha o sene olabileceğini düşünüyorum. Fatih Tekke ile yakaladığımız bu ritmi sürdürmemiz dileğiyle...

Zemberek Kuşu'nun Güncesi / Haruki Murakami

Zemberek Kuşu'nun Güncesi 2019 senesinin sonuna doğru yaklaşırken keşfettiğim bir yazar, Haruki Murakami. Aslında seneler önce 1Q84 adlı romanını okuduğum Japon yazarı yeniden okumaya başlamamı, koşmaya başlamam sağladı. Koşmasaydım Yazamazdım adıyla Türkçe'de yayınlanan kitabı ile başladı, son aylara damgasını vuran Murakami tutkusu.  Zemberek Kuşu'nun Güncesi, yeni dönem Murakami okumalarımın ilk romanı. Kütüphaneden ödünç aldığım romanın Doğan Kitap'tan çıkan Mayıs 2017 tarihli 11. baskısı. Türkçe'ye Fransızca'dan Nihal Önol çevirmiş. 740 sayfalık uzun roman, baskıda kullanılan kağıdın bir özelliği sayesinde, tahmin edildiği kadar kalın ve ağır değil. Roman ile ilgili notlarıma geçmeden bir ilginç tartışmayı bilgilerinize sunmak isterim. Roman, Japonya'da üç ayrı kitap olarak yayınlanmış. İlk iki kitap aynı tarihte, üçüncü kitap ise bir sene sonra. Romanın İngilizce çevirisi, Japonca orijinaline kıyasla 60 sayfa kadar daha kısaymış. Kimi bölümlerin...

Evrim Açısından Devrim, Kaan Arslanoğlu

Bugüne kadar yayımlanmış tüm kitaplarını okuduğum ender yazarlardan birisi Kaan Arslanoğlu. Romanları gibi inceleme kitaplarını da ilgiyle okudum. Arslanoğlu'ndan ilk okuduğum kitap Kimlik adlı romanıydı. Epey sene geçmiş üzerinden. Arslanoğlu'ndan okuduğum kitapların üç tanesiyle ilgili kısa notlar düşmüşüm blog sayfama. Merak edenler için: Karşı Devrimciler , Sessizlik Kuleleri 2084 , Politik Psikiyatri  ile 5. Sanattan 5. Kola Orhan Pamuk Son kitabı İthaki yayınlardan Ocak 2010'da çıktı: Evrim Açısından Devrim. İdefix sayesinde yazarın imzalı kitabına Şubat 2010'da erişmeme karşın günlerin koşuşturmacası, bebeklerin bakımı derken okumayı bitirip hakkında bir şeyler yazmam bugüne kadar kaldı. İthaki yayınlarının Tarih, Toplum, Kuram dizisinden yayınlanan kitap, diziye uygun şekilde içinde hem tarihe hem topluma hem kurama ilişkin yorumlar, tespitler barındırıyor. Dört bölümden oluşuyor Evrim Açısından Devrim. İlk bölüm Dr. Hikmet Kıvılcımlı'ya ayrılmış. Bö...

Amerika'da Türk Olmak

Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT), ikinci kanalında sessiz sedasız devam etmekte olan bir belgeselin ismi "Amerika'da Türk Olmak". Sayın Z. Tülin SERTÖZ tarafından hazırlanmış 13 bölümlük bir seri. TRT'nin hazırladığı programların hepsi gibi bu da oldukça fazla emek harcanarak üretilmiş. Doğrusu harcanan emeğe değmiş. Amerika'da Türk olmak konusunu her yönüyle ve tüm ülkeyi içine alacak şekilde incelemiş değerli yapımcı. Montaj, müziklerin seçimi, kameranın, ışığın kullanılışı harika. Dün izlediğim bölümü beyin göçü ile ilgiliydi. Elektrik-elektronik yüksek mühendisi olarak çok yakından bildiğim bir konu bu ne yazık ki. Benim de bir çok dönem arkadaşımın dünyanın çeşitli yörelerine dağılmış durumda. Onları suçlamak da kolay değil. Ülkemizde teknoloji geliştiren firma sayısı fazla olmayınca bir mühendisi tatmin edecek işler bulmak çok zor oluyor. Bir tercih yapmak gerekiyor bu durumda, ya herşeye karşın ülkenin size harcadığı paranın karşılığını vermek için ül...

Altı Üstü Tasarım

İnternette Türkçe içeriğe fazla rastlanmıyor. Sayfalarda yer alan içeriğin bir kısmı, diğer sayfalardan alıntılardan oluşuyor. Yani 'orijinal' Türkçe içerik daha da az. Kaliteli, orijinal diye kıstasları çoğalttığınızda sayı daha da düşüyor. Altı Üstü Tasarım, yukarıdaki iki kıstasa da fazlasıyla uyuyor. Sayfanın mimarı Sn. Mehmet Doğan, Kanada'da (o soğuk memlekette nasıl yaşanır Akdeniz iklimine alışmış birisi hiç bilemesem bile :) yaşayan bilgi işlem merkezi yöneticiliği yapan bir ağabeyim. Kendisi ile tanışmam, tahmin edebileceğiniz üzere internet üzerinden tanışmam elbette, google'da ismimi aratırken oldu. Sayfama ( o zamanki blog'uma) bağlantı verdiğini görüp sevinmiştim. Bu sabah aynı aramayı yapınca sevgili Mehmet Abi'nin yazdığı bir kitap için hazırladığı Mehmet Doğan'ın kitabını henüz edinmedim. En kısa sürede (bugün) edinip, okuyup yorumlarımı siz değerli okuyucularımla paylaşacağım. Kitabın ismi "Teknoloji Kimin Umrunda". Kitap ile ilgi...

Yeni yayın teknolojileri

Yayıncılıkta yeni gelişmeler olmaya devam ediyor. Geçtiğimiz aylarda Ankara ve İstanbul'da deneme yayınlarına başlanan DVB-T (Digital Video Broadcasting-Terresterial) Sayısal Karasal Yayın bunlardan birisi. İlk duyurusu sırasında bir takım yanlış anlaşmalara sebep olsa bile yavaş yavaş ne olduğu ve ne olmadığı anlaşılıyor. Takip edenlerin hatırlayacağı gibi sayısal uydu yayını sektöründe çalışan firmalar, çanak anten ve sayısal uydu alıcısı üretenler, ortak ilanlar vererek yeni başlayan DVB-T yayınlarının uydu yayınları ile ilgisi olmadığını, uydu yayıncılığının yerini alamayacağı açıkladılar. İşin teknolojisine fazlaca girmeden, olabildiğince sade açıklamaya çalışayım neler olup bittiğini. Öncelikle belirtmekte yarar var: DVB demek sayısal yayın demektir. DVB sonrası gelen harf yayının hangi ortamdan gönderildiğine göre değişir: DVB-S : En çok bilinen ve bir çoğumuzun kullandığı sayısal uydu yayınlarıdır (Satellite) DVB-C : Ülkemizde bir türlü uygulamaya geçememiş sayısal kablo ...

Eski bohçadan: Tiramisu tarifi

Eski sayfamı takip edenler hatırlayacaktır. Gezi foto ve yorumları, kültür sanat ve teknik bölümlerinin yanı sıra, aslında web sayfamın ilk bölümü, yemek tarifleriydi. Bu sayfalardaki tarifleri yavaş yavaş buraya kopyalıyorum. İlk tarif pek çoğumuzun severek yediği Tiramisu. Birden fazla şekilde yapılıyor olsa bile en kolay tariflerden birisi aşağıda... Malzemeler 500 ml Süt, 1 Adet Hazır Kek, 1 Adet Çikolata, 1 Kaşık Granül Kahve (neskafe), 1 Paket Labne Peyniri, 4 Yemek Kaşığı Un, Kakao, 4 Yemek Kaşığı Şeker, 1 Adet Yumurta Yapılışı Hazır keki tüm marketlerde bulabilirsiniz. İki parçaya ayrılmış olarak satılıyor. Öncelikle keki ıslatmamız gerekiyor. Bunun için bir su bardağına 1/3'ü süt, 2/3 su koyuyoruz. Bu karışımı ocakta ısıtırken içerisine 1-2 parça çikolata ve 1 yemek kaşığı granül kahve (neskafe olarak da bilinir) eklenir. Çikolata eriyince karışımı keki ıslatmakta kullanıyoruz. İsterseniz bu karışıma kanyak da ekleyebilirsiniz. Şimdi sosu hazırlayalım. Yarım litre sütün iç...

New York'ta Beş Minare

Yazmaya sondan başlayayım. Hep ileri sürülen Hacı, Gülen'dir iddiası, filmi izlememiş olanların söyleyebileceği bir şeydir. Gülen'i filmdeki karakterlerden birisine benzetmek zorunluysa, Ali Sürmeli'nin başarıyla canlandırdığı, filme ismi olmayan bir hoca doğru seçim olacaktır. Kırmızıgül'ün daha önceki filmlerini izlememiş birisi olarak, sinema dili, anlayışı konusunda ahkam kesemem. Tek film ile yönetmeni değerlendirmek haksızlık olur. New York'ta Beş Minare'yi (NY5M), Ankara'da Kızılırmak sinemasında izledim. İzlediğim kopyada tüm karakterlerin konuşmaları dublajlanmıştı. FBI görevlisinin Mustafa Sandal ile Türkçe konuşmasını Kırmızıgül'ün anlamaması, başka garip geliyor insana. Sonradan ağız senkronuna bakınca ikilinin aslında İngilizce konuştuğu ortaya çıkıyor. Filmde Türkçeye çevrilmeyen tek konuşma ise Kırmızıgül ile FBI görevlisinin Kürtçe konuşmaları.  İnsanı sıkmayan bir film NY5M. Mesajlarını çekinmeden, insanın gözüne sokarak vermeyi tercih e...

Kitap etiketli 100. yazı: Leyla AÇBA, Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları / Harun Açba

Baştan itiraf edeyim. Her ne kadar blog sayfama reklam falan almamış olsam bile okunma sayısını takip ediyorum. Okunmak, yorumlanmak, takip edilmek sanırım tüm blog yazarlarını mutlu ediyor. Güncel haberlere ilişkin blogumda bir şeyler yer alıyorsa o dönemde okunma sayısında ciddi artışlar oluyor. Göksu Restaurant gibi Ankara'nın beğenilen mekanlarından birisine ilişkin ilk sayılabilecek yazılardan birisini yazmış olmam blog sayfama ulaşılma nedenlerinin başında yer alıyor. Bu gerçekten hareketle bugünlerde gündemde olan bir konu hakkında zamanında alıp kütüphanede unuttuğum bir kitap, pazar akşamı keyfi oldu. Leyla Açba, son Osmanlı padişahı Sultan Vahideddin'in ilk eşi olan Emine Nazikeda Kadınefendi'nin 5. nedimesi olarak 1919-1924 yılları arasında saray görevinde bulunmuş bir Çerkes prensesiymiş. Sarayda yaşadıklarına ilişkin hatıralarını kaleme alan ender kişilerden birisiymiş. Leyla Saz, Safiye Ünüvar ve Prenses Ayşe Osmanoğlu dışında hatıralarını kaleme alan yok...

küçüğüm daha çok küçüğüm

Sezen Aksu'nun seslendirdiği efsane şarkılardan birisi. Trafik kazasında kaybettiğimiz Uzay Heparı isimli genç yeteneğin yazdığı bir şarkı bildiğim kadarıyla. Zaman zaman yaptıklarımı durup düşününce tam şarkının sözlerine uygun olduğunu düşünüyorum. 32 yaşımı yeni bitirip 33'ümünden gün almış olmama karşın halen : küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden bütün hatalarım öğünmem bu yüzden bu yüzden kendimi özel, önemli zannetmem küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden bütün saçmalamam yenilmem bu yüzden bu yüzden kendime hala güvensizliğim ne kadar az yol almışım ne kadar az yolun başındaymışım meğer elimde yalandan, kocaman, rengarenk, geçici, oyuncak zaferler küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden bütün korkularım gururum bu yüzden bu yüzden çocuk gibi korunmasızlığım küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden sonsuz endişem savunmam bu yüzden bu yüzden bir küçük iz bırakmak için didinmem ne kadar az yol almışım ne kadar az yolun başındaymışım meğer elimde yalandan, kocaman, rengarenk, geçici, oyun...