Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ekim, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

koşuda keramet vardır

Sözün aslı bu değildi biliyorum. Olsun, bence böylesi de güzel oldu :) Takvimler 16 Ekim 2019'u gösteriyordu, Eymir'in etrafını koşmaya ilk niyetlendiğimde . Çok çeşitli sebeplerle yarım kalan bir deneme oldu. 5,5 km'lik koşunun ardından sırtıma, daha önce hiç başıma gelmeyen, bir ağrı girdi. Sonrası kardiyoloji polikliniğinde yaptırılan tetkikler, endişeli bekleyişler ve sonunda müjdeli haber... Koşuya engel bir durum yok ortada.  ve bugün, takvimler ilk denemenin ardından geçen 15 günü gösterirken bir kez daha aynı parkurda, bu kez çok daha hazırlıklı olarak, koştum. İlk denememde hata olarak düşündüklerimi tekrarlamadım bu sefer:  Şort, tişört ve koşuya uygun ayakkabı ve çorap ile başladım koşmaya. Yanımda bir şişe (500 ml) su vardı. Tempomu kilometreyi 6-7 dakikada alacak şekilde ayarladım. Hızlandığımda yavaşladım. Koşuya başlamadan önce ve koşu sonunda esneme hareketlerini ihmal etmedim. İlk denemede, şarkıda denildiği gibi kafamı kırarcasına koşmuştum...

Koşmasaydım Yazamazdım / Haruki Murakami

Koşmak üzerine yazmaya, koşmak üzerine okumaya ve koşmak üzerine düşünmeye devam. Bu kez Haruki Murakami'den Koşmasaydım Yazamazdım adlı eser ile karşınızdayım. Murakami, özellikle son yıllarda, ülkemizde de çok okunan yazarlardan. Zamanında 1Q84 adlı romanını okumuştum, ancak okuyup bloga not etmediğim nadir kitaplardan olduğunu fark ettim biraz önce. Muhtemelen kitabı okuduğum dönem sinüs eğrisinin negatif bölgesinde dolaşıyordu ruhum. Belki ilerleyen günlerde, Murakami'nin diğer eserleri ile birlikte 1Q84'ü yeniden okurum. Bu uzun ve muhtemelen gereksiz girişin ardından gelelim esere. Hüseyin Can Erkin'in Japonca'dan tercümesi ile ilk baskısını Kasım 2013'te yapan kitabı Dogan Egmont yayınlamış. 171 sayfalık eserin Kasım 2018 tarihli 14. baskısını okudum.  Murakami'nin kitabının orijinal ismi Japonca, haliyle. Ancak İngilizce çevirisi şöyle:  What I Talk About When I Talk About Running . Türkçe çeviri için tercih edilen isim ise Koşmasaydım Yazama...

Foto - Yosun

İlk kareyi çektiğimde, bir seriye başladığımı düşünmemiştim. Doğada yönünüzü kaybettiğinizde kuzeyi nasıl anlarsınız sorusuna , eskiden verdiğimiz yanıttı ağaçların yosun tutmuş yüzeyi . Eskiden dememin nedeni, artık cep telefonlarının vücudumuzun bir parçası gibi oluşu. Pili bitmediği ve kapalı alanda olmadığı sürece, yönümüzü bildiriyor, ağaçların yosun tutmuş yüzeyine bakmaya gerek bırakmadan.  Bu uzun ve muhtemelen gereksiz girişin ardından devam etmek isterdim. Ancak, işin doğrusu, bu yazıdan ziyade fotograflar ile ifade etmek istedim bu durumu...  Yosun tutmuş yüzeyler... Size ne ifade ediyor? Yosun... Yoksun  gibi  ama bir harf eksik...

Koşmak / Jean Echenoz

17 Kasım 2004 yılında ilk yazımı yazmıştım. Yani (2019 - 2004) 15 yaşını doldurmaya sayılı günler kalmış blogumda, birbirine çok benzeyen başlıklı yazı yayınlamamıştım, yakın zamana kadar. Koşmak , koşturmadan yaşamak , koşmak mı koşturmak mı yazılarının ardından Koşmak adlı kitabı okumak ilginç oldu.  Jean Echenoz adlı Fransız yazarın Emil Zatopek isimli Çek atletin hayatının bir dönemini anlattığı, Koşmak, orijinal adıyla courir . DuoLingo sayesinde yeniden hatırladığım ve her geçen gün az da olsa, ilerlettiğim Fransızca bilgim, henüz Echenoz'un eserlerini ana dilinden okumam için yeterli değil.  Mehmet Emin Özcan tercümesi ile Helikopter Yayınları'ndan çıkan Şubat 2015 tarihli ikinci baskını okudum. Sayfa kenarlarının kırmızıya boyalı olması, kitabın dış görünüşüne çok şey katmış. Çeviri okumak, eserin orijinal halini bilememeyi birlikte getiriyor. Echenoz'dan okuduğum ilk ve tek eser Koşmak olduğu için yazarın tarzı mıdır cümlelerin zamanlarının değişimi, bileme...

koşmak mı koşturmak mı?

Geçtiğimiz hafta yazdığım yazılar üzerine epey arayan / e-posta gönderen / yolda yürürken çevirip soru soranlar oldu: Çarşamba günü Koşmak başlıklı bir yazı yayınladıktan iki gün sonra, Koşturmadan Yaşamak diye yazdın. Ne iş? Hangisini yapalım, insanların kafası karıştı. Dünya artık eskisi gibi değil, lütfen bu çelişkili duruma bir açıklık getir. Bilirsiniz, mesele okuyucularım olunca, akan sular - akmaz olur. Hemen bu çelişkiyi giderecek açıklamalar yapayım: İlk yazı, ki 16 Ekim 2019 çarşamba günü yayınlanmıştı, KOŞMAK başlığını taşıyor ve yazı tümüyle koşma eyleminin yarattığı garip duyguların neticesinde hazırlanmıştı. Koşmak eylemi, salgılattığı hormonlar dolayısıyla, farklı etkilere sahip. İkinci yazı, ki 18 Ekim 2019 cuma günü yayınlanmıştı, KOŞTURMADAN YAŞAMAK başlığını taşıyan bu ikinci yazı ise tamamen hayatı hızlı yaşamak zorunda olduğunu düşünenler için hazırlanmıştı. Kıymetli okuyucularım, iki yazı birbiri ile çelişmemektedir. Lütfen internet tarayıcınızın aya...

koşturmadan yaşamak

" Ne olsun abi, bir koşturmadır gidiyor "  En sık duyduğum yanıttır, ne var ne yok diye sorduğumda. Her duyduğumda aynı şeyi düşünürüm: Nereye koşuyorsun ve neden koşuyorsun?  Günleri, yapılması gerekenler listesine artılar koyduğumuz bir mecburiyet haline çevirmek zorunda mıyız?  Geçen sene bir yazı yayınlamıştım, hayatın dengesi - üçlü sac ayağı diye. Orada da bahsettiğim gibi hayat, en azından bildiğimiz dünya hayatı, kısıtlı süreli ve hiç bir anının tekrarı olmayan bir macera. Bu maceranın anlamına odaklanmadan, günü, yapmamız gerektiğini düşündüklerimizin peşinde " koşturarak "  geçirebiliriz.  Hatta çocuklarımızı da benzer şekilde yetiştirebiliriz. Haftasonu kurstan kursa taşırken, arada kalan bir saatlik " slot "u en iyi nasıl değerlendirebileceğimizi düşünürüz meselâ.  Oysa, koştururken etrafta olanların farkına varamaz insan.  Yaprakların çıkardığı sesleri duyamaz, kendi ayak sesinin yüksekliğinden.  Rüzgârın sesi, telefo...

koşmak

" Yürümenin hızlısı, çok da şeetmemek gerek " diyenlere bakmayın. Yürümeye kıyasla epey farklılıklar içeren bir eylem koşmak. Ahmet Kaya'nın bir şarkısında dediği gibi, kafamı kırarcasına koşmak istiyordum ne zamandır.  Sonunda, yaptım.  Eymir Gölü etrafında yarım tur koştum. Tam olarak şarkıda söylendiği gibi, kafamı kırarcasına oldu koşuşum. Bir tek ayakkabılarım uygundu. Altımda kot pantolon, üzerimde tişört... Eymir gölünün, benim koştuğum bölümü 5,52 km. 31 dakika 40 saniye sürmüş bu mesafeyi katetmem. 5,45 / km hız ile koşmuşum. Seneler sonra koştuğumu ve şartları (kıyafet / Ekim sıcağı / susuzluk) düşününce, fena değil sanırım sayılar. İşin en güzel yanı ise, ne zamandır yapsam diye düşünüp durduğum bir şeyi yapmış olmanın keyfi...

inişlerim... çıkışlarım...

Her insanda vardır sanırım, inişler - çıkışlar. Kimi daha sert, kimi daha yumuşak geçişler halinde yaşar.  Yaratıcı drama kursuna gider gibi, sabah uyanıp yataktan kalkmadan taktığı maskeyi, gece uyurken çıkartanların iniş ve çıkışları dışarıdan fark edilmez belki.  Maske ile yaşamak, gerçekten uzaklaşmak ya da eşyayı adıyla çağırırsak, yalan içinde yaşamak... Bana göre değil. Bence, size göre de olmasın. Her zaman mutlu olmak zorunda değil insan. Mümkün de değil zaten böylesi bir şey. Huzuru, dışarıda aramak yerine içinde aramak...  Onu önemsemek...  Sahip olmak yanılsamasından sıyrılıp parçası olabilmeye çabalamak... ve son olarak, belki de son baharımız olan sonbaharın tadını çıkartmak... Hava güzel,  doğa güzel,  hayat güzel! 

gelemeyen sonbaharın düşündürdükleri

" İklim değişti azizim. Eskiden bu mevsim, Ankara'ya kar yağardı. "  Yukarıdaki cümleyi etrafınızda sıkça duyuyorsanız, siz de Ankara'da gel(e)meyen sonbaharı yaşıyorsunuz muhtemelen. Bugün 12 Ekim 2019 ve an itibariyle kısa kollu tişörtüm üzerimde, hiç rahatsızlık duymadan oturuyorum Camekan adlı kafede.  Ankara'nın en büyük kahvecisi (1200 metrekare kapalı alanı varmış)  Camekan 'ı ilerleyen günlerde yazacağıma söz vererek, gelelim yazının başlığına. Uzun ve muhtemelen gereksiz bir giriş oldu bir kez daha. Neyse, zaten okuyan da yok :) Tamam, başlıyorum... İklim değişikliği çokça dillendirilen bir "şey". Elektrik-elektronik yüksek mühendisi olarak, iklim değişikliği hakkında akademik bilgiye sahip değilim. Yaşadığım günlere bakıp, gerçekten değişmiş galiba, şeklinde, son derece bilimsel (!) tespitler yapmak dışında elimden gelen yok. Ancak, yakın zamanda okuduğum bir yazı bu "iklim değişiyor sanırım" tespitimin doğru olmayabileceğ...

Öteki Kâbuslar / Yiğit Bener

İlk kez okuduğum yazarların arasına girdi Yiğit Bener. Soyadını görünce aklıma Erhan Bener ve Vüs'at O. Bener gelmişti aklıma. Erhan Bener babası, Vüs'at O, Bener ise amcasıymış Yiğit Bener'in.  Öteki Kâbuslar'ın ilk baskısını 2009 yılında Yapı Kredi Yayınları yapmış. Ben, Can Yayınları'ndaki ikinci baskısını okudum, Mart 2012 tarihli. 123 sayfalık eserde 16 öykü/deneme var. Yiğit Bener'in öykülerindeki tarzı çok seviyorum. Kurmaca ile gerçeğin birbirine karıştığı, konuşanın kim olduğunu anlamak için bir kaç satır okumanız gerektiği, sözün tümünü söylemek yerine sembollere başvurulduğu öyküler.  İnsanların içinde gizli faşisti sergileyen öykülerini özellikle etkileyici buldum. Çoğunun farkında bile olmadan içinde yaşattığı ve bulduğu ilk fırsatta ortaya dökülen sözcükler... Böceklerin kitabın geneline vurduğu damga, Kafka'ya göndermeler... Kısa ancak etkili bir eser ortaya çıkartıyor.  Yiğit Bener'in öykü kitabını okuyunca, Louis-Ferdinand Celin...

Köşeye Kıstırmak / Paul Auster

Kütüphaneyi karıştırırken görüp, okumaya başlayınca elimden bırakamadığım bir polisiye Köşeye Kıstırmak. Paul Auster denildiğinde akla ilk gelenler arasında yer almıyor bu roman. 1978 yılında yayınlanmış. O dönem, yayınlatmak kolay olmamış, kitabın arka kapağında yazılanlara göre. Aradan geçen seneler ve Auster'in artan ünü sonucu, eski çalışmaları yeniden basılınca, Can Yayınları Seçkin Selvi'nin çevirisi ile bizlerle buluşturmuş. Benim okuduğum 2004 yılındaki üçüncü baskısıydı. Can Yayınları'ndaki ilk baskısı 2000 yılında yapılmış. Kitap, her ne kadar arka kapağında sıradışı bir polisiye denilse de, Amerikan dedektiflik hikâyelerindeki tüm klişelere sahip, mısır patlağı gibi bir çalışma. Edebiyat ile daha farklı bir boyutta ilgilenenler için belki bir anlamı olur, Auster'in bu ilk dönem eserini okumak. Benim gibi sadece okuyucu olanlar için ise yaz tatili şezlong kitabı önerisi olarak not edilebilir. Yukarıdaki paragrafı üç gün önce yazdım. Aradan geçen üç gün i...

sadece eymir

Blogumun," Okuyucularına doğru ve yararlı bilgiler sunmak " gibi bir işlevi olduğunu düşündüğüm zamanlardı.  Eymir Gölü rehberi adlı bir yazı yayınlamıştım. Okunma istatistiğine baktım, Şubat 2019'dan bu yana toplam 100 kez görüntülenmiş.  Sadece özgür yazılara yer verme kararımın ne kadar doğru olduğunu gösteren bir başka kanıt.  Madem, artık sadece özgür yazılar, o zaman Eymir de sadece özgür  Eymir olmalı :) Yaprakların hışırtılarını, doğanın renklerini değiştirdiği, gölün suyunun soğuduğu bu günleri kaçırmayın derim.  Rehberde ayrıntısıyla anlatmaya çalışmıştım, göle yaya ve bisikletli giriş için hiçbir şeye ihtiyacınız yok. ODTÜ ile bir ilişkiniz olması gerekmiyor. Giriş kartı, sadece otomobiliniz ile girmek istediğinizde gerekiyor.  Bu yüzden, siz de fırsat bulduğunuzda gidin Eymir'e. TRT Genel Müdürlüğü yanındaki daracık sokak ile Eymir kenarına inebilirsiniz. Geçtiğimiz hafta yol kenarına beton blokların konulması nedeniyle kapalı olan...

şarkılardan fal tuttum

@ Cer Modern / Göbeklitepe Sergisi Şarkılardan fal tuttum diye yazsa bile başlıkta, bahsetmek istediğim yabancı dil öğrenme sürecinde şarkıların önemi. Sanırım 35 senedir dil öğrenmeye çalışıyorum. Son cümleyi okuyup, 35 senedir dil öğrenemedin mi diye sormayın hemen. Öğrenmeye çalıştığım diller değişiyor elbette seneler içerisinde :) Bu kısa ancak gene de gereksiz girişin ardından şarkı dinlemenin faydalarından bahsedeyim. Eskiden, yani internet hayatımızda değilken, Karanfil sokağın girişindeki pasajda karışık kaset dolduran abilerin dükkanları vardı. Orada doldurttuğumuz kasetlerdeki şarkıların sözlerini çıkartmaya çalışırdık. Pek başarılı olamadığımızı, bir şekilde elimize geçen, şarkıların gerçek sözlerini görünce anlardık. O dönem, öğrenmeye çabaladığım dil İngilizce olunca, yazılış ile okunuş arasındaki fark büyük değildi. En azından bu aralar öğrenmeye çabaladığım Fransızca'daki kadar şaşırtıcı olmuyor yazılış ile okunuş arasındaki fark.  Bugün artık internet ve vi...

fark etmek

İsmail Cem İpekçi Göstermek için mi yaşıyoruz, yaşadıklarımızı mı gösteriyoruz? Instagram, facebook, twitter ve Google Haritalar... Adı değişse bile işlevi aynı kalan platformlar. Tüm bu platformlardaki tüm kişisel paylaşımlarımızın amacı: "ben bunu yaptım/çektim/yaşadım/gittim"demek. Belki insanlık kadar eski bir şey bu varlığını/hissettiğini/düşündüğünü/yaşadığını başkalarına anlatma isteği. Mağara duvarları resmiyle aralarında büyük benzerlikler var, instagram fotograflarının.  Gene de bu düzenin içine girince, bir noktada fark ediyor kimisi. Yaptıklarını paylaşmaktan, paylaşmak için yapmaya geçtiğini.  Tehlikeli bir kırılma anı.  Para karşılığını bu paylaşımları yapanları bir kenara koyarsak, hayatı istediği gibi değil, ilgi çekecek şekilde yaşamaya başlamak bir yerde.  Dönem dönem bu gidişe kapıldığımı hissettiğimde, bir adım geri atıp, dışarıdan gözlemeye çalıştım kendimi.  Her zaman beceremesem bile,  fark etmeye çabaladım. bir c...

olduğu kadar...

İki kelime...  "Olduğu"  ve "kadar" iki kelimeden ibaret de olsa bu söz, ne çok şey anlatıyor, anlama isteyene... olduğu kadar ya da belki... kim bilir? bilen anlar, bilmeyen, bilmek istemeyen.... olduğu kadar belki, daha gidecek çok yol, aşılacak çok tepe, dönülecek çok viraj var önümüzde, belki de, olduğu  bu  kadar kim bilir?

gelecek kuşaktan umutluyum

Ekim 2019 Dün bıraktığım yerden devam edeyim. Muhtemelen çok az kullanacakları bir çok bilgi ile donanıp, iş bulma yaşına geldiklerinde bu bilgilerin, neredeyse hiç işlerine yaramadığını görecek, 2010 ve sonrası doğanlardan çok umutluyum.  İnsanlığın gelişimine bakınca, işleri daha kolay - daha hızlı - daha az maliyetle üretmek / yapmak amacıyla tonla yöntem / cihaz geliştirildiği görebiliriz. Tüm bu buluşların insanların çalışma süresini azaltıp, özgür zamanını arttırmasını beklersiniz değil mi?  Beklemek iyi bir şey belki, belki kötü. Neyi ve niye beklediğinize göre değişiyor, bu pek de anlamlı olmayan sorunun yanıtı. Lafı dolaştırmayayım daha fazla, tüm bu elektronik devrimler, bilgisayarlaşma, robotlar ve kendi kendine öğrenen sistemler... Bana denizin sonunu göreceğimiz günlerin yaklaştığını söylüyor. Üretim süreçleri daha az insan emeği ile çevrilebilir hale geldikçe kapital birikim süreci sarsılmaya başladı. Artık üretim maliyeti çok düşse bile bu üretilenle...

robotik kodlama

@ Camekan Kafe / Çiğdem Hani teknik etiketli yazı yazmayacaktın demeyin başlığa bakıp. İşin doğrusu, yazdıklarımı okuyan olmadığı için böyle bir geri dönüş bildiren de olmayacak ama sanki okuyan varmış ve geri dönüşler alıyormuş gibi yapmak hoşuma gidiyor. Biliyorum, kendimi kandırıyorum. Kim yapmıyor ki :) Bu uzun ve kesinlikle gereksiz girişin ardından gelelim konumuza... 1995 senesinden bu yana köprünün altından çok sular aktı/akıyor. Çocuklarımız internetin var olduğu bir dünyaya merhaba dediler. Eskiden mühendisin yaptığı bitirme projelerini, mesela iz takip eden robot, şimdi ilkokul çocukları yapıyor. Anaokulunda 3 yaşındaki çocuklara robotik kodlama dersleri veriliyor. Gerçekten başka bir kuşak geliyor alttan. Bizlerden çok daha erken yaşta teknoloji ile tanışan, bizden çok daha hızla adapte olan ve bizden çok daha sabırsız. Adına ne deniliyor bilmiyorum bu 2010 civarı doğanların kuşağına, ancak bildiğim bizim kuşağı piyasadan silecekler. Kendi adıma, mutluyum ve umut...

geçmiş ay değerlendirmeleri - 9

@ One Tower / Arkadaş Kitabevi Az kaldı. Bir kaç ay sonra geçmiş sene değerlendirmesini yazacağım kısmet olursa. Geride kalan dokuz ayda, sene başında yapmayı istediklerimi büyük ölçüde gerçekleştirebilmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Özellikle evde okunmayı bekleyen kitaplar azalmadan yeni kitap almama kararına büyük ölçüde uydum. Eylül ayı içinde beş tane yeni kitap aldım gerçi. Ancak bu kararımda KitapYurdu.com 'un karşı koyamadığım kampanyasının payı büyük. NTV ve Can yayınlarının seçili kitaplarından beş tanesini 15 TL'ye alabiliyordum. Aralarında okumak istediğim kitaplar da olunca, duramadım.  Merak edenler için, KitapYurdu bu yazı için bana kitap hediyesi veya para vermedi. Reklamsız ve sponsorsuz bir blog burası.  En az başarılı olduğum istek ise eski yazı öğrenmeye yönelik olanı. Gerçi bu yönde bir kaç adım attım ancak istediğim noktadan epey uzağım. Senenin bitmesine kalan aylarda, satın aldığım Osmanlıca öğreten kitaba çalışabilirsem, senelerdir iste...

geçen haftanın en çok okunan 10 yazısı

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe...

Göksu Restaurant

Özellikle öğlen saatlerinde Kızılay, Sakarya civarında düzgün yemek yiyeceğiniz bir yer arıyorsanız en doğru seçim Göksu Restaurant olacaktır. Meşhur Otlangaç'ın karşısına denk düşen mekan, hızlı ve özenli servisi, lezzetli ve fahiş olmayan fiyatları ile bölge insanlarının gönlünde çoktan taht kurmuş. Öğle saatlerindeki kalabalığa karşın hızlı ve özenli servisin sırrı yeterli sayıda personel çalıştırmak olsa gerek. Yemeklerinde etsiz çeşitlerinin az oluşu dışında kusuru yok denebilir. Akşam servisini hiç denemedim, ancak akşamları Sakarya'ya gidenlere fazla hitabetmeyebilir. Afiyet olsun. GÖKSU RESTAURANT Bayındır Sokak No: 22 / A Kızılay - ANKARA tel 312 431 47 27 - 431 22 19

e-imza

Elektronik imza sempozyumu vardı geçtiğimiz hafta Ankara'da. Gazi Üniversitesi ile Telekomünikasyon Kurumu (TK) ortaklaşa düzenlemişler sempozyumu. Birbirinden ilginç deneyimler paylaşıldı iki gün boyunca. Görünen o ki e-imza ile ilgili temel sorun ne teknik, ne yasal. Sorun biraz yumurta tavuk sarmalı gibi. Yani uygulama olmadığı için e-imza almıyor kimse, e-imza yaygın olmadığı için uygulamalar yaygınlaşmıyor (özellikle bankacılık ve finans sektöründe). Bu sarmal nasıl kırılır? Bir başlangıç uygulaması bulmak gerekiyor. Sempozyumda dile getirilmeyen bir ilginç fırsat DVB-T ile birlikte satın alınması gerekecek Set Üstü Kutularla akıllı kartların okunabilecek olduğu gerçeği. Eğer doğru kutular ve konfigürasyon seçimi yapılırsa ve e-devlet uygulamalarının bir kısmı DVB-T platformuna taşınırsa beklenmedik bir hızla e-imzanın yaygınlaşması sağlanabilir. Bu konuda İtalya örneğinin iyi incelenmesi gerekiyor.

İmparator / Erol Toy

Sanayi, Sermaye ve Bir Roman: Fehmi Çok’un Hikâyesi Senelerdir okumayı ertelediğim bir romanı, İmparator 'u nihayet bitirdim. Erol Toy’un kaleme aldığı ve Fehmi Çok’un hikâyesini anlatan bu roman, evimizin kütüphanesinde hep bir köşede duruyordu aslında. Ancak taşınmalar, şehir değişiklikleri derken o kopyayı bulmak yerine, mahalle kütüphanesinden Doğu Kitabevi 'nin 3. baskısını ödünç almak daha kolay geldi. Roman, 1920 yılında, Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından hemen öncesiyle başlayıp, 1971 muhtırasına kadar geçen tam 51 yılı kapsıyor. Bu yarım asırlık dönemi, sanayici Fehmi Çok’un gözünden izliyoruz. Erol Toy, yerli sermayenin nasıl biriktiğini, konuya yabancı okurun da anlayacağı biçimde basitleştirerek aktarmış. Bu, romanı öğretici kılsa da kimi bölümlerde teknik ayrıntılar ağırlık kazanmış. Siyasetle iç içe geçmiş sanayi dünyası, roman boyunca gözler önünde. Ülkenin büyük iş insanlarının, daha fazla kâr uğruna siyaseti nasıl şekillendirdiği a...

Ulus Heykelden Kaleye yürümek

Epey zaman önce bloga bir yazı yazmıştım . Heykelden kaleye yürüyüş boyunca görülmesi gereken yerlerden bahsetmiş ve ilk fırsatta bu güzergâhı fotograflayacağıma söz vermiştim. Kısmet bu sabahaymış.  Pazar sabahı saat 7.30'da Ulus Heykelde kimsecikler olmuyor. Hele bir de bayramın son günü olunca, Ulus güvercinlere kalıyor. Heykelin olduğu meydanda ne Mişmiş kalmış ne Evrensel kitabevi. Sanırım buradaki binalar yıkılacak. Dükkanlar boşaltılmış.  Dükkanların arasından yukarı doğru çıkan merdivenlerle kaleye doğru yolculuğumuza başlıyoruz.  Bu merdivenlerle ulaşacağımız yer, Seyran dolmuşlarının ilk hareket noktasından kalktıktan sonra geçtikleri cadde. Merdivenlerin sonunda, solunuzda kapalı otopark kalıyor. O tarafa doğru dönüp baktığınızda Ankara Valiliği'nin olduğu bölgeyi göreceksiniz. O bölgeyi ve Hacı Bayram Camii'sini başka bir geziye bıraktım. Yoksa yazı çok uzayacaktı. Merak etmeyin, bu kez fotograflarını çektim bile. Aslında Çankırı c...

Uyku İstasyonu / Nazlı Eray

Gerçekle düşün birbirine karıştığı; kahramanın Bursa'dan Paris'e, Sinop'tan Alanya'ya dolaştığı; geçmiş sorgulamaları, hayal kırıklıkları, hüzünler ve mutlulukların birbiriyle yarıştığı 160 sayfalık bir roman Uyku İstasyonu. Duraklarda, silik de olsa, Nazlı Eray'ın hayatına dair izler sezdim. Hangi izin hangi gerçekliğe işaret ettiğini edebiyat eleştirmenlerine bırakayım. İşin aslı, bulduğumu sandığım izlerin doğruluğundan da emin değilim. Ayrıca böylesi bir romanı okurken neden yazarın gerçek hayatıyla bağları düşünür insan sorusunu kendime not olarak ekleyeyim. Romanı tek oturuşta bitirdim. Elimden bırakmadan okumama neden olan şey sanırım büyülü atmosferdi. Bir sonraki sayfada ne olacağını tahmin bile edememenin gizeminin yanı sıra hikayenin gelişiminin neye işaret ettiğini çözmeye çalışmak da çok keyifliydi. Keyifli okumalar diliyorum. Sizler de görüşlerinizi paylaşmak isterseniz, yorum yazabilirsiniz. 

Medya - 4: Platformlar

1991 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde Elektrik - Elektronik Mühendisliği Bölümü'nde okumaya başladığımda cep telefonu yoktu. Evimizde bilgisayar ve internet bağlantısı da yoktu. 1993 yılında 486 DX 2 - 66 işlemcili bir toplama bilgisayar sahibi olduğumuzda, ki hâliyle "evin" bilgisayarıydı bu cihaz, internete bağlanmak için bir sene daha beklemiştik. Çevirmeli bağlantı ile bir fotografın inmesi bile epey vakit alıyordu.  1998'de TRT'de işe başladığımda yerel alan ağı ihalesi yeni yapılmıştı, geniş alan ağı bağlantısı ise henüz yoktu. Bu girişi yapmamdaki amaç, "platform" kavramının hayatımıza neden bu kadar geç girdiğine dair bir tespitimi paylaşmak... Teknoloji, hem internet bağlantı hızları anlamında, hem de sıkıştırma algortimaları anlamında hazır değildi.  Sanırım platformlardan bahsetmeye başlamadan önce Over The Top Television ya da daha yaygın bilinen adıyla OTT nedir sorusuna açıklık getirmek iyi olur. Endişelenmeyin, dünya bir gaz -...

Batılının Ölüm Karşısında Tavırları / Philippe Aries

Ölüm, düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal alan kavram. Eğer din inancınız yoksa hele iyice kavranması, kabullenilmesi zor bir durum. Bu durumu, dünya üzerinde deneyimlediğimiz diğer durumlardan ayıran temel farklılık ise kendi ölümümüzü yaşadığımızda, aslında yaşamıyor oluşumuz. Başkasının ölümünü görüp, ölünün ardından yaşanılanlar ile ilgili bilgi ve deneyimimiz var sadece. Tarih boyunca da ölümün kavranışı ve kabullenişi değişiklikler göstermiş. Bugün bildiğimiz mezarlıklar mesela, tarih içerisinde bir dönem ortadan kaybolmuş. İnsanlar, mezar taşları bile olmadan gömülmüş. Günümüzde Amerika'daki cenaze törenleri ve kimi ülkelerde ölülerin yakılarak küllerinin savrulmaları, bugün de ölüm ve sonrasının algılanışında farklılıklar olduğunu gösteriyor.  İşin doğrusu Mehmet Ali Kılıçbay'ın çevirmekle kalmayıp açıklayıcı bir önsöz ve sonsöz ile zenginleştirdiği bu kitabı okuyana dek yukarıda yazdıklarımı fark etmiş değildim. Gece yayınlarından Ocak 1991'de ilk baskısını ya...

İpek Hanım çiftliği / Ocaklı köyü / Nazilli / Aydın

Mayıs ayı içerisinde Pınar Kaftancıoğlu'nun Aydın'ın Nazilli ilçesinin Ocaklı köyündeki çiftliğine yaptığımız ziyaret ile ilgili yazdığım yazı beklemediğim kadar çok okundu. Haftalık sipariş listesine eklenen küçük bir bağlantı sayesinde oldu bu trafik elbette. Madem bu kadar okundu, demek ki çiftlik merak ediliyor düşüncesiyle çiftlikte çektiğim fotograflardan bir kaçını daha sayfama ekleyeyim istedim. Kedilerin, köpeklerin, ördek ve tavukların ve daha bir çok canlının huzur içinde bir arada yaşadığı avlusunda Ali ve Maşude'nin oynadığı, fırından mis gibi ekmek kokularının geldiği İpek Hanım Çiftliği...   İnekler, çiftliğe yakın bir yerdeler. Çocuklara sütün nereden geldiğini, ineğin yavrusunun kim olduğunu resimler dışında da gösterebildik sonunda. Bu arada ben de bir sürü şey öğrendim.     Çeşit çeşit meyva ağaçları çitfliğin bahçesinde. Biz oradayken gelip geçen eksik olmadı. Tatile giderken yol üzeri yapanlar, sipariş verdikleri yeri görmek için uğrayan...

Saatleri Ayarlama Enstitüsü / Ahmet Hamdi Tanpınar

Geç Kaldığım Bir Tanpınar Romanı Okumakta geç kaldığım romanlardan birini daha, nihayet bitirdim. Saatleri Ayarlama Enstitüsü , Ahmet Hamdi Tanpınar’dan okuduğum ilk eser oldu. Yazarın mutlaka okumam gerektiğini düşündüğüm başka eserleri de var listemde. Ben, Dergâh Yayınları 'ndan çıkan Eylül 2000 tarihli yedinci baskıyı okudum. Romanın ilk baskısı 1962’de yapılmış. Ancak eserin okuyucuyla ilk buluşması, 1954 yılında Yeni İstanbul Gazetesi 'nde tefrika olarak yayımlanmasıyla olmuş. Okuduğum baskıda, kısa bir yayınevi sunuşunun ardından dört bölümden oluşan romana yer verilmişti. Ayrıca kitabın sonunda Berna Moran ’ın (Birikim Dergisi, 1978), Mustafa Kutlu ’nun (Yönelişler, 1983) ve Beşir Ayvazoğlu ’nun (Töre, 1985) bu roman üzerine yazdığı makaleler sıralanmış. Bu yazıları okumak, eserde gözümden kaçan bazı incelikleri fark etmemi sağladı. Hayri İrdal ve Zamanın Kırılganlığı Saatleri Ayarlama Enstitüsü , farklı katmanlara sahip bir roman. İs...