Ana içeriğe atla

Başka Bir Hayvancılık Mümkün / editörler Tayfun Özkaya, Fatih Özden


Üyesi olduğum ve aidat ödemek dışında hiç bir katkımın olmadığı Buğday Derneği, Küçükkuyu'da Adatepe Zeytinyağı müzesinin içerisinde bir kafe işletmeye başlamış. Kafede birkaç kitap da satılıyor. Başka Bir Hayvancılık Mümkün adlı çalışmayı orada görüp almıştım geçtiğimiz yaz. 

Prof. Dr. Kenan Demirkol, Prof. Dr. Meltem Serdaroğlu, Prof. Dr. Tayfun Özkaya, Arş. Gör. Fatih Özden, Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı, Prof. Dr. Yılmaz Şayan, Prof. Dr. Harun Raşit Uysal ve İbrahim Sarıoğlu'nun yazıları yer alıyor çalışmada. Aslında sunumları desek daha doğru olur belki de. Çünkü kitap, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü ile Tarım Ekonomisi Derneği'nin 6 Ocak 2012 tarihinde İzmir'de Ziraat Fakültesinde Başka Bir Hayvancılık Sistemi Mümkün mü? başlıklı çalıştayın notlarını bir araya getirmiş. Yeni İnsan Yayınevi tarafından Nisan 2014'te basılmış. 

Klasik iktisadın en ucuza üretip en pahalıya satmak üzerine kurulu modeli, hayvansal ürünlerin üretimi alanında da uygulanıyor. Özellikle "ölçek ekonomisi" ve "verimlilik" söz konusu edilerek tarımda makineleşme, hayvancılıkta ari ırk ve meralar yerine "fabrikalarda" üretim uygulanıyor. Uzun dönemde neler olacağını pek düşünmeyenler dışsal zararlar konusunda da sağır. Günümüzde köylerde yaşayan 3 milyar insanın da köylerde işsiz bırakılması sonrası neler yaşanabileceği, mesela tarımsal üretimde makineleşmenin sorun ettiği bir konu değil. 

Kitap, et ve süt üretimine odaklanmış. Et üretimi için hayvanların meralarda serbestçe dolaşıp otlaması yerine kesif yemle beslenerek, kapalı mekanlarda tutulması arasında ciddi farklılar olduğu ileri sürülüyor. Damar sisteminde sorun oluşturan kolestrolün oksitlenmesine yol açan 3 tip doymuş yağ asidi varmış mesela, bu farklı karbon sayılarına sahip 3 tip yağ asidi, meralarda otlayarak yetişen hayvanların etlerinde (yağlarında aslında) görülmezken "fabrika"larda üretilen hayvanların etlerinde ise bolca bulunuyormuş. Aslında mera hayvanının yağı damar sertliğine yol açmazken, fabrika hayvanının yağından kaçınmak şartmış. Bu anlamda, umarım söyledikleri gibi meralarda özgürce dolaşıyordur TazeDirekt.com'un besileri...

Tayfun ve Fatih hocaların ortaklaşa yayınladıkları yazıda aslında döngünün nasıl bozulduğu çarpıcı bir şekilde anlatılmış. Kitaba ulaşamayacakları düşünerek kısa bir alıntı yapayım yazıdan:
(18. yüzyıl ve 19. yüzyıl ortalarına kadar) Çiftçiler hem bitkisel hem hayvansal üretimi birlikte yapmaktadırlar. Bitki artıkları, otlar hayvanlar tarafından besin olarak kullanılmaktadır. Hiçbir bitki artığı ziyan olmamaktadır. Hayvanların gübreleri de kolayca bitkilere verilebilmektedir. Hatta bu yüzyıllarda kentlerdeki lağımlar bile bitkisel üretimde organik gübre olarak kullanılmakta idi. Ortak kullanıma açık meralar ve yaylacılık hayvan beslenmesinde önemli bir yer tutuyordu. Tarımda çoklu ürün (polikültür) hakimdi ve daha henüz tohumlar üzerinde şirketlerin bir hegemonyası söz konusu değildi. Çiftçiler kendi tohumlarını kullanabilmekteydiler. Şüphesiz bu dönemi kırsal kesim açısından dünyanın birçok yerinde mutlu bir dönem olarak nitelendirmek mümkün değilse de ekolojik olarak ciddi bir sorun yoktu.  s. 35-36
Yukarıdaki alıntı aslında işin tam olarak özeti. Bugün ben neden tutup Aydın Nazilli'den Bursa'dan sipariş vermek zorunda kalayım ki? Yaşadığım Ankara'nın da birçok köyü var. Buralarda neden ilaçsız tarım yapılmaz? Eski dededen kalma tohumlar kullanılmaz. Soruların yanıtları net ve tek: daha verimli üretim. Mesela artık kabuğu incecik pembe domates yetiştirilmiyor, çünkü nakliyeye uygun değil. Gene pembe renkli ama kaya gibi sert domatesler var onun yerine. Yamru yumru görünümlüler mi piyasada tutuluyor. Hemen onlardan üretiliyor, ancak üretilen ürün "doğası" gereği otlara karşı yapılan ilaçlardan etkilenmiyor. Böylece daha az insanla daha "verimli" üretim yapılabiliyor. Sonuçta bunlardan tüketen ve hastalanan insanlar için otel konforunda zincir özel hastaneler ve ilaç şirketlerinin binbir emekle geliştirdiği türlü kombinasyonlar hazır bekliyor. Zaten dünyada yeterince insan var. Emeklilikten sonra uzun yaşamak pek istenilen bir şey değil. "Ekonomik ömrünü" doldurup sisteme yük haline gelmiş birisinin sistemin sağlık sektörüne bir süre katkı yaptıktan sonra, maliyeti daha da fazla artmadan sistemden çıkartılması en "ekonomik" çözüm. 

İnsan mıyız bir mal mıyız, kaynak mıyız karar vermeli. Personel dairelerinin adlarını insan kaynakları dairesine çevirirken tek değiştirilen daire başkanlıklarının adı olmadı. Anlayış toptan değiştirildi. Biz farkına varsak da varmasak da. 

Kitaptan bir kaç alıntıyla bitireyim, yazdıkça sinirleniyorum, sinirlendikçe yazıyorum :)

"ABD'de süt pazarının %87'sinde dört firma egemendir. Türkiye'de beş firma pazarın %80'nine sahip bulunmaktadır. Bu kesinlikle sürdürülemez bir yapıdır. İnsan sağlığına, doğaya, çiftçi ve tüketici çıkarlarına aykırıdır." Tayfun Özkaya - Fatih Özden 
"Endüstriyel hayvancılıkta hayvanların kesif yemlerle beslenmesi söz konusu olmakta ve bu olumsuzluk insan sağlığına başka olumsuzluklar olarak da yansımaktadır. Endüstriyel hayvancılığın gelişmesi ve büyümesi bu sorunların katlanarak artmasına yol açtı. Türkiye'de de bu gidişle varılacak nokta budur. Esir hayvanlar insanlara besin olmaktan çok zehir olmuştur." Başka Bir Hayvancılık Mümkün s.42
"Doğa ve insan dostu tarım anlayışını öne çıkartmak gerekiyor.
Yerel üret, yerel tüket anlayışı, kooperatifçilik ve toplum destekli tarım modelleri desteklenmeli. Metabolik kırılma ile başlayan endüstriyel tarım sistemiyle zirvesine ulaşan üreticinin ürettiğine, tüketicinin tükettiğine, üreticinin ve tüketicinin birbirlerine karşı yabancılaşmasının önüne ancak bu şekilde geçmek mümkündür." s.49
 
Meraklısına not: Yazıdaki fotograf, 2013 yılında Aydın Nazilli'de çekildi. Pınar Kaftancıoğlu'nun çiftliğinde. Kaftancıoğlu, başka bir tarım mümkün sözünün yaşayan kanıtıdır. Onca siyasi parti var 1 Kasım'da seçime girecek. Bir tanesi de Kaftancıoğlu'nu arayıp, nasıl başardın, Anadolu'nun kalkınması için model olarak senin yöntemi uygulasak dememiştir eminim. Gerçek Merkez Türkiye projesi böyle olur. Anadolu'nun bağrında bir Hong Kong yaratmayı proje diye koymazlar önümüze. Yazık, bize değil de çocuklarımıza...

Yorumlar

geçen ay en çok okunan 10 yazı

Göksu Restaurant

Özellikle öğlen saatlerinde Kızılay, Sakarya civarında düzgün yemek yiyeceğiniz bir yer arıyorsanız en doğru seçim Göksu Restaurant olacaktır. Meşhur Otlangaç'ın karşısına denk düşen mekan, hızlı ve özenli servisi, lezzetli ve fahiş olmayan fiyatları ile bölge insanlarının gönlünde çoktan taht kurmuş. Öğle saatlerindeki kalabalığa karşın hızlı ve özenli servisin sırrı yeterli sayıda personel çalıştırmak olsa gerek. Yemeklerinde etsiz çeşitlerinin az oluşu dışında kusuru yok denebilir. Akşam servisini hiç denemedim, ancak akşamları Sakarya'ya gidenlere fazla hitabetmeyebilir. Afiyet olsun. GÖKSU RESTAURANT Bayındır Sokak No: 22 / A Kızılay - ANKARA tel 312 431 47 27 - 431 22 19

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe...

Yabancı dil öğrenmek üzerine: DuoLingo deneyimimim

kızımın çizgileri Ülkemizin kanayan yaralarından birisidir sanırım, yabancı dil öğrenmek. Onlarca kurs, yüzlerce kitap, saatlerce ders ve sonuç: anlayan (en azından anladığını düşünen) ve konuşamayan kişiler... Bir yerlerde bir sorun olduğu kesin, ama nerede? Farklı zamanlarda, 3 kez Fransızca kursuna gittim. İlk seferin ardından, aslında bir temel bilgim olmasına karşın, her seferinde en baştan başladım, hiç bilmiyormuşum gibi. Ne yazık ki kurslarda öğrendiklerim kalıcı olamadı. Şimdilerde, 70 gündür, her sabah DuoLingo ile çalışıyorum. Ücretsiz ve arada çıkan reklamlarla devam eden sürümünü kullanıyorum. Eminim farklı online dil kursları da vardır. Online platformda, kurslarda olmayan ne var diye düşününce bir kaç şey tespit ettim. Belki sizlerin de işine yarar diye paylaşıyorum: Yabancı dil öğrenmek, sürekli ve kesintisiz tekrar gerektiren bir süreç. Kurslar, sadece haftanın belli günleri, bir kaç saat için ve çoğunlukla, günün en yorgun olunan akşamlarında oluyor. ...

Eski Maltepe pazarı eski yerinde yakında bizlerle...

Ankaralılar bilir, kot pantolondan araba teybine, ara musluğundan kuruyemişe ne ararsan bulabildiğin hem de uygun fiyata bulabildiğin bir pazar var(dı): Maltepe camisinin üst tarafından pazartesi dışında (o gün semt pazarı kurulurdu) her gün hizmet veren seyyar paravanlarla ayrılmış küçük dükkancıkların oluşturduğu bir pazardı. Bu pazarın bulunduğu araziye bir alışveriş merkezi yapıldı. Ankara'nın en ilginç mimarisine sahip olduğunu düşündüğüm Malltepe Park, eski pazar esnafının ahını almıştı. Sopalarla dövüle dövüle pazar yerinden atılan esnafın tutan ahı, Malltepe Park'ı iflas noktasına getirdi. Market, dükkanlar derken hayalet alış veriş merkezine dönüştü Malltepe Park. Sonunda alış veriş merkezi yönetimi eski (kendi deyimleriyle tarihi) maltepe pazarını Malltepe Park'ın içine taşımaya karar vermiş.  Bugünlerde hummalı bir çalışma sürüyor Malltepe Park'ta. Dükkanlar alçıpanla küçük dükkancıklara bölünüyor. Öğrendiğime göre şimdiden 70'ten fazla pazar esnafı taş...

Yapay zeka, blog yazıları

2004 yılından bu yana devam ediyorum blog yazmaya. Kişisel hayatımda da teknoloji dünyasında da bir çok değişiklik oldu bu süreçte. Zaman zaman ara verdim yazmaya. Blog yazmaya, Türkçe içerikleri çoğaltmak amacıyla başlamıştım. Bugün geldiğimiz noktada ise özgün içerikleri çoğaltmak gibi bir hedef ile devam ediyorum yazmaya.  Bir çok işin yapay zeka araçlarına yaptırıldığı günümüz dünyasında, özgün içerik bulmak zorlaşıyor. İlk başlarda heyecan verici görünen yapay zeka tarafından oluşturulan içerikler, bir noktadan sonra birbirinin kopyası hâline dönüşüyor. Büyük olasılıkla bu sorunu aşacak araçlar da çıkacaktır.  Farklı konularda, yapay tatlardan ari içeriklere ulaşmak isterseniz tek yapmanız gereken SadeceOzgur sayfasına ulaşmak. Bu yazıyla birlikte, bundan sonra yapay zeka destekli hiçbir içeriğin blog sayfamda yer almayacağını duyuruyorum. 

Yaylapınar (Sinekçiler) Köyü Nazilli tatili

Yazılacaklar birikti, bu gidişler birikmeye devam edecek. Üst üste gelince seyahatler, okunanlar, teknik gelişmeler böyle oluyor. Yavaş düzgündür, düzgün ise hızlı deyip başlayayım bir yerinden.  Geçtiğimiz haftanın 6 gecesini, Aydın'ın Nazilli ilçesinin, eski adıyla Sinekçiler, Yaylapınar köyünde geçirdik. Ne ben, ne de eşim Nazilli'li. Oralarda yaşayan akrabamız da yok. Peki nasıl oldu da bir köyde kaldık 6 gece. Pınar Kaftancıoğlu sayesinde. Kendisini büyük şehirlerde, özellikle İstanbul'da, yaşayan çocuk sahipleri tanıyacaktır. Ayşe Arman'ın söyleşisinden sonra tanıyanlar ve alış veriş yapanların sayısında ciddi artış olmuş. Siz tanımayanlardansanız İpek Hanım'ın Çiftliği'nin web sayfasına bakmanızı ve yazının geri kalanını sonra okumanızı öneririm.  Kaftancıoğlu, bana kalırsa ülkemiz için uygulanabilir bir kalkınma modeli oluşturmuş. Ülkemiz, her ne kadar son dönemlerde ihmal edilmiş olsa bile, bir tarım ülkesi. Tarıma elverişli topraklara ...

Bozkırdaki Gölgeler (Don Segundo Sombra) / Ricardo Güiraldes

Ricardo Güiraldes, Arjantin edebiyatının önemli isimlerinden birisiymiş. Don Segundo Sombra'yı, Can Yayınları'nın 1983 Ocak tarihli, Siren Tayla ve Vedat Tayyar Erdamar'ın çevirisiyle Bozkırdaki Gölgeler adıyla yayınladığı baskısından okudum. 235 sayfalık romanın sonunda Harriet de Onis'in makalesine yer verilmiş. Genel olarak Arjantin edebiyatı, özel olarak ise Güiraldes ve Son Segundo Sombra'ya dair ilginç bilgiler var makalede.  Romanın konusu Arjantin kırsalında bir gencin yetişkin olma yolundaki serüveni diye özetlenebilir. Kendisine rol model olarak Don Segundo Sombra adlı bir sığır çobanını seçtikten sonra yaşadıkları, düşündükleri ve dönüştüğü karakterini akıcı bir dille kaleme almış Güiraldes. 

Uykusuzluğun nedeni sıcaklar mı?

Başlıktaki soru dışında ne yazabilirim bilmiyorum. 02.20'de uyanık olduğum gece sayısı fazla değil. Kafam yastığa bir karış kaldığında uykuya dalmamla öğünürüm oysa.  Peki bu uykusuzluğun nedeni ne? Mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcaklık mı? İzlemeyi çoktan bıraktığım ama Google'ın "harika" algoritması nedeniyle maruz kalmaktan kurtulamadığım haberler mi? Yoksa, Yoks, Yok, Yo, Y.

Boğaz'da erguvanlar

İstanbul’un baharı, erguvanların açmasıyla başlar. Boğaz’ın yamaçlarında, morun en güzel tonlarıyla süzülen bu ağaçlar, kente özgün bir hava katar. Erguvanlar, sadece doğanın değil, şehrin ruhunun da bir parçasıdır. Peki nedir bu erguvan? Erguvan ( Cercis siliquastrum ), Akdeniz iklimine özgü, ilkbaharda mor-pembe çiçekler açan bir ağaçtır. Anadolu'da yüzyıllardır bilinen bu ağaç, hem mitolojik hem de kültürel anlamda derin semboller taşır. İstanbul Boğazı çevresinde doğal olarak yetişen ender türlerden biridir. Erguvanın İstanbul’daki Yeri Erguvan, Bizans’tan Osmanlı’ya kadar pek çok dönemde İstanbul’da zarafetin ve geçiciliğin simgesi olmuştur. Rivayetlere göre Bizanslılar erguvanı imparatorlukla özdeşleştirirken, Osmanlı’da "erguvan cemiyetleri" adı verilen bahar eğlenceleri düzenlenirmiş. Osmanlı döneminde saray mensupları, Boğaz kıyılarındaki yalılarından erguvanların açmasını izler, bu manzarayı şiirlerle ölümsüzleştirirdi. Erguvan Nerelerde Görülür? ...

23 Nisan depreminin ardından

1999 yılında yaşanılan büyük depremin üzerinden 26 sene geçmiş. O günden bu güne her sarsıntının ardından konuşanlar ve konuşulanlar neredeyse hiç değişmiyor. İstanbul'un depreme hazır olmadığı, kentsel dönüşümün olması gerektiği kadar hızlı ilerlemediği, toplanma alanlarının yetersizliği gibi bir çok eksiklikten bahsediliyor.  1999 Marmara depreminin üzerinden 26 yıl geçti. Aradan geçen yıllarda şehirler büyüdü, nüfus arttı, teknoloji ilerledi. Ancak her sarsıntının ardından dile getirilen endişeler neredeyse hiç değişmiyor. İstanbul’un olası büyük depreme hazırlıklı olup olmadığı, kentsel dönüşümün yeterince hızlı ilerleyip ilerlemediği ve toplanma alanlarının durumu hâlâ konuşulmaya devam ediyor. Dünkü Deprem ve Kitapçıda Yaşananlar Dünkü depremi kızımla birlikte bir AVM’deki kitapçıda yaşadık. Kahvelerimizi içiyor, etrafımızda 23 Nisan sevincini yaşayan çocukları izliyorduk. Ancak bir anda her şey değişti. Sarsıntı başladığında insanlar hızla dışarı çıkmaya çalıştı. Çocukl...