Ana içeriğe atla

Tembellik Hakkı / Paul Lafargue

Hepi topu 68 sayfalık bu kitapçığı okumamın, neredeyse bir ay süreceğini söyleseler ihtimal vermezdim. Yeni yılla birlikte elime aldığım bu sarsıcı risale, Mehmet Köle'nin tercümesiyle Zeplin düşünce yayınlarından Aralık 2014 yılında çıkmış. 1842 - 1911 yılları arasında yaşamış Lafargue. Tembellik Hakkı ismiyle yayınlanan bu eserinin gerçek ismi biraz daha uzun: Tembellik Hakkı 1848 Çalışma Hakkı'nın Çürütülmesi. 

Fransız Devrimi ve ardından yaşanılanlar, çalışmanın kutsanması, burjuva ahlakı ile Protestan ahlakının insanların çalışma dışında bir etkinliğe zaman ve enerjisiz kalmalarına yol açmadaki birlikteliği eserin başlıca konuları. Lafargue, Louis Blanc'ın 1848 yılında yayınladığı Çalışma Hakkı adlı eserine yanıt niteliğinde kalem almış risalesini. Bir Felaket Dogması, Çalışmanın Kutsanması, Aşırı Üretimi Müteakiben, Yeni Bir Makamda Yeni Bir Şarkı ve Ek olmak üzere dört ana bölüm ile eklerden oluşuyor. 

Çalışma, günümüzde de kutsanıyor. İnsanca bir durum olmadığının farkında değil kimse. Hatta aylaklık, ayıplanmaya devam ediliyor. Oysa kitapta bir çok örnekle açıklandığı gibi aslında 1800'lerin ortalarında bile, makineleşmenin sonucunda insanların çalışma saatlerini azalıyor olmalıydı. Hele yirmi birinci yüzyılda, verimliliğin artmasıyla çok daha az saatler çalışarak, günümüzün geri kalanını keyif aldığımız uğraşlarla geçiriyor olmalıydık. Ancak, büyük olasılıkla hiç bir zaman kullanmayacağımız cihazları tüketebilmek için, aslında beş para etmeyecek hizmetleri alabilmek için günümüzü, emeğimizi, kendimizi kiralamaya devam ediyoruz. 

Hatta buna, yani kendimizi kiralama olanağına kavuştuğumuza seviniyoruz. Çünkü, "iş bulmuş olmak" bir nimet. İşsizler ordusunun neferleri kapının dışında bekliyor. Bir grup insan işe helikopterle gidebilsin, yatları / katları, spor hocaları, özel korumaları olabilsin, boş çerçevelere, organik patates fotograflarına tonla para verebilsin diye birilerinin çalışması gerekiyor. 

Bana öyle geliyor ki, günümüzde çalışma sürelerinin uzunluğu konusu, herkesin kabul ettiği bir gerçek. Bu sürenin kısaltılmıyor oluşunun arkasında da basit ve basit olduğu kadar çözümsüz bir sorun yatıyor: İnsanlar, benliklerinden, doğalarından fazlasıyla uzaklaşmış durumda. Bu durumda getirilmiş insanlara boş zaman verdiğinizde "sapıtacak". Askerliğini yapmış olanlar hatırlayacaktır. Asker, asla boş bırakılmaz. Sabah içtiması, öğlen içtiması, akşam eğitimleri, gece nöbetleri. Hiç boş bırakılmazsınız. 

Günümüz insanı da bu halde. Boş kaldığında yapacak bir "iş" arıyor kendisine. Sadece sevdiği için yaptığı hiçbir uğraş kalmamış. Aslında bir çoğunun buna vakti, kelimenin gerçek anlamıyla, yok. Özellikle İstanbul adlı "şehir"de yaşayan birisi açısından günün 3 saatini trafikte geçirmek, "olağan" bir durum. Düşünün, 8 saat uyuyan bir kişi, sabah 7'de evden çıkıp 8.30'da işe gelse, 17.30'da işten çıkıp 19'da yeniden eve dönse, uyuduğu 22'ye kadar ne kalıyor günlük? 3 saat, hepi topu gün içerisinde kendisine ait 180 dakika. Kendisine ait derken, aslında kendisine ait falan değil elbette bu süre. O üç saatte, eğer kadınsa, yemeğin yapılmasından, ortalığın toparlanmasından, çocukların ve kocanın taleplerinin yerine getirilmesine kadar bir ton başka "görevler" var. Erkekse de aslında 3 saat açısından bir değişiklik yok. Onun da sahip olduğu 180 dakika. O, ev görevleri bakımından biraz daha ayrıcalıklı, toplumsal cinsiyetin dayattığı ön kabuller sayesinde. 

Mesele şu ki bu 180 dakika / gün, insanca değil. Bakmayın benim 180 dakika dediğime, bir çoğunuzun / çoğumuzun bu kadar bile vakti yok "özgür" geçirebildiği. Peki aslında gün içerisinde en fazla 4 saat olan verimli çalışma süresini, gerçek çalışma süresine çevirsek olmaz mı? 

Elbette, olmaz. Kitaptan bir alıntı ile bitireyim:
Kapitalist uygarlığın hüküm sürdüğü ulusların işçi sınıflarını bir deliliktir almış gidiyor. Bu delilik de devamında yüz yıllardan beri acı içindeki insanlığa zulmeden toplumsal ve bireysel sefaleti yanında getiriyor. Bu delilik ise çalışma aşkıdır; bireyin kendisinin ve çoluk çocuğunun dahi yaşam enerjisini tüketen aşırı bir çalışma tutkusudur. Bu akıl tutulmasına karşı tepki gösterecekleri yerde keşişler, ahlakçılar ve iktisatçılar çalışmayı kutsallaştırmaktadırlar. Gözleri kör olmuş ve dar kafalı insanoğlu ise kendi Tanrılarından daha bilge olmak istediler; bu zayıf ve zavallı insanoğlu, Tanrılarının lanetledikleri şeyleri yeniden ayaklandırmak istediler. Ne ahlaklı ne tutumlu ne de Hristiyan olmayı salık veren bendeniz ise bunların yargılarını kendi Tanrılarının yargılarına ; kendi dini, ekonomik ve hür düşünceye dayanan ahlak vaazlarını da kapitalist toplumdaki çalışmanın ezici sonuçlarına havale ediyorum. 
s.13

Yorumlar

geçen haftanın en çok okunan 10 yazısı

Göksu Restaurant

Özellikle öğlen saatlerinde Kızılay, Sakarya civarında düzgün yemek yiyeceğiniz bir yer arıyorsanız en doğru seçim Göksu Restaurant olacaktır. Meşhur Otlangaç'ın karşısına denk düşen mekan, hızlı ve özenli servisi, lezzetli ve fahiş olmayan fiyatları ile bölge insanlarının gönlünde çoktan taht kurmuş. Öğle saatlerindeki kalabalığa karşın hızlı ve özenli servisin sırrı yeterli sayıda personel çalıştırmak olsa gerek. Yemeklerinde etsiz çeşitlerinin az oluşu dışında kusuru yok denebilir. Akşam servisini hiç denemedim, ancak akşamları Sakarya'ya gidenlere fazla hitabetmeyebilir. Afiyet olsun. GÖKSU RESTAURANT Bayındır Sokak No: 22 / A Kızılay - ANKARA tel 312 431 47 27 - 431 22 19

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe...

e-imza

Elektronik imza sempozyumu vardı geçtiğimiz hafta Ankara'da. Gazi Üniversitesi ile Telekomünikasyon Kurumu (TK) ortaklaşa düzenlemişler sempozyumu. Birbirinden ilginç deneyimler paylaşıldı iki gün boyunca. Görünen o ki e-imza ile ilgili temel sorun ne teknik, ne yasal. Sorun biraz yumurta tavuk sarmalı gibi. Yani uygulama olmadığı için e-imza almıyor kimse, e-imza yaygın olmadığı için uygulamalar yaygınlaşmıyor (özellikle bankacılık ve finans sektöründe). Bu sarmal nasıl kırılır? Bir başlangıç uygulaması bulmak gerekiyor. Sempozyumda dile getirilmeyen bir ilginç fırsat DVB-T ile birlikte satın alınması gerekecek Set Üstü Kutularla akıllı kartların okunabilecek olduğu gerçeği. Eğer doğru kutular ve konfigürasyon seçimi yapılırsa ve e-devlet uygulamalarının bir kısmı DVB-T platformuna taşınırsa beklenmedik bir hızla e-imzanın yaygınlaşması sağlanabilir. Bu konuda İtalya örneğinin iyi incelenmesi gerekiyor.

İmparator / Erol Toy

Sanayi, Sermaye ve Bir Roman: Fehmi Çok’un Hikâyesi Senelerdir okumayı ertelediğim bir romanı, İmparator 'u nihayet bitirdim. Erol Toy’un kaleme aldığı ve Fehmi Çok’un hikâyesini anlatan bu roman, evimizin kütüphanesinde hep bir köşede duruyordu aslında. Ancak taşınmalar, şehir değişiklikleri derken o kopyayı bulmak yerine, mahalle kütüphanesinden Doğu Kitabevi 'nin 3. baskısını ödünç almak daha kolay geldi. Roman, 1920 yılında, Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından hemen öncesiyle başlayıp, 1971 muhtırasına kadar geçen tam 51 yılı kapsıyor. Bu yarım asırlık dönemi, sanayici Fehmi Çok’un gözünden izliyoruz. Erol Toy, yerli sermayenin nasıl biriktiğini, konuya yabancı okurun da anlayacağı biçimde basitleştirerek aktarmış. Bu, romanı öğretici kılsa da kimi bölümlerde teknik ayrıntılar ağırlık kazanmış. Siyasetle iç içe geçmiş sanayi dünyası, roman boyunca gözler önünde. Ülkenin büyük iş insanlarının, daha fazla kâr uğruna siyaseti nasıl şekillendirdiği a...

HAFTANIN SORUSU: burası neresi?

Kıymetli okurlar, bu kez gene Ankara'nın pek bilinmeyen bir binasının fotografını paylaşıyorum.  Google fotograf kelimesinin "ğ" ile yazılacağını düşünse bile ben grafiden geldiğine inandığım bu kelimeyi "g" ile yazmaya devam edeceğim. Neyse, Google'a sonra kızarım :) Fotograftaki mekan ile ilgili ayrıntılı bir yazı da hazırlamak istiyorum.  Henüz inşaatı bitmeyen bu bina nedir? Yani bittiğinde ne olarak kullanılacaktır? Nerededir? Semt bilgisi yeterli. ve son olarak bu camın bir sebebi hikmeti var mıdır?  Bu 3 soruya da doğru yanıtı ilk veren okuruma Alberto Godenzi'nin Cinsel Şiddet adlı kitabını hediye edeceğim. Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmeyen ülkemizde aslında dilimize ve benliğimize (erkekler anlamında olarak çoğul kullanıyorum) işlemiş bir cinsiyetçilik var.  İster evli olun ister sevgili hayat arkadaşınıza karşı tavır ve söylemlerinizi bu kitabı okuduktan sonra bir tartın derim. "Şoke" olacaksınız ve...

Yeni blog: Oyku7.blogspot.com

Oyku7.blogspot.com adresli blog sayfasında kısa öyküler yayınlamaya başladım. Aslında öykü serisi demek daha doğru olur belki.  Her hafta pazar günü saat 10'da yayınlanan ilk öykü ile başlayan ve hafta boyu her gün saat 10'da yayınlanan bölümleri ile süren, 7 günlük seriler.  Serilerin özelliği, birbirine yakın yerlerde ya da konseptlerde çektiğim fotoğraflara eşlik etmeleri.  Şimdiye kadar iki seri öykü yayınladım. Toplamda 14 öykü ediyor. Yarından itibaren yeni seri başlıyor, siz kıymetli okuyucularım için bir ön bilgi olsun, bu serinin adı Kadıköy. Bugün Kadıköy'ün çeşitli yerlerinde çektiğim 7 fotoğraf eşliğinde yedi kısa öykü yer alacak, yarından itibaren 7 gün boyunca, saat 10'da oyku7.blogspot.com adresli blog sayfasında. Öykülerdeki karakterler, anlattıkları, olay örgüsü vb. tamamen kurgu. Gerçek hayattaki kişi ve olaylarla bağlantısı tesadüften ibaret.  İlginizi çekerse aynı öyküler ve fotoğraflar oyku7.blogspot adresli Instagram hesabında da yayınlanıyor...

Medya - 4: Platformlar

1991 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde Elektrik - Elektronik Mühendisliği Bölümü'nde okumaya başladığımda cep telefonu yoktu. Evimizde bilgisayar ve internet bağlantısı da yoktu. 1993 yılında 486 DX 2 - 66 işlemcili bir toplama bilgisayar sahibi olduğumuzda, ki hâliyle "evin" bilgisayarıydı bu cihaz, internete bağlanmak için bir sene daha beklemiştik. Çevirmeli bağlantı ile bir fotografın inmesi bile epey vakit alıyordu.  1998'de TRT'de işe başladığımda yerel alan ağı ihalesi yeni yapılmıştı, geniş alan ağı bağlantısı ise henüz yoktu. Bu girişi yapmamdaki amaç, "platform" kavramının hayatımıza neden bu kadar geç girdiğine dair bir tespitimi paylaşmak... Teknoloji, hem internet bağlantı hızları anlamında, hem de sıkıştırma algortimaları anlamında hazır değildi.  Sanırım platformlardan bahsetmeye başlamadan önce Over The Top Television ya da daha yaygın bilinen adıyla OTT nedir sorusuna açıklık getirmek iyi olur. Endişelenmeyin, dünya bir gaz -...

2019 planları

İleride dönüp bakmak adına, kendime not niteliğinde yazdım 2019 hedeflerini. Bize ne diyebilirsiniz. Bu durumda, okumadan bir sonraki yazıya geçmenizi öneririm.   Plan yapmayı da yapanı da sevmem. Belki yaptığım planların başarısız olmasından kaynaklanıyor bu durum. Sevmesem bile arada plan yapmak gerekiyor. Özellikle kaynak kıt olduğunda... En önemli ve en kıt kaynağımız, şüphesiz zaman. Süresini bilmediğimiz ama sınırlılığından emin olduğumuz bir "şey". Onu daha "keyifli" daha "doyurucu" ve daha "faydalı" geçirebilmek için arada plan yapmak fena fikir değil. Keyifli, doyurucu ve faydalı kelimelerini tırnak içerisine aldım, çünkü her üçünün de tanımı kişiden kişiye göre değişir.  Bu uzun ve muhtemelen gereksiz girişin ardından gelelim 2019 planlarına... Çok çok uzun senelerdir istediğim ama bir türlü denk getiremediğim bir "öğrenme süreci" yaşamak istiyorum. Pek çoklarından farklı düşünüyorum eski alfabemiz hakkında. En az...

Ulus Heykelden Kaleye yürümek

Epey zaman önce bloga bir yazı yazmıştım . Heykelden kaleye yürüyüş boyunca görülmesi gereken yerlerden bahsetmiş ve ilk fırsatta bu güzergâhı fotograflayacağıma söz vermiştim. Kısmet bu sabahaymış.  Pazar sabahı saat 7.30'da Ulus Heykelde kimsecikler olmuyor. Hele bir de bayramın son günü olunca, Ulus güvercinlere kalıyor. Heykelin olduğu meydanda ne Mişmiş kalmış ne Evrensel kitabevi. Sanırım buradaki binalar yıkılacak. Dükkanlar boşaltılmış.  Dükkanların arasından yukarı doğru çıkan merdivenlerle kaleye doğru yolculuğumuza başlıyoruz.  Bu merdivenlerle ulaşacağımız yer, Seyran dolmuşlarının ilk hareket noktasından kalktıktan sonra geçtikleri cadde. Merdivenlerin sonunda, solunuzda kapalı otopark kalıyor. O tarafa doğru dönüp baktığınızda Ankara Valiliği'nin olduğu bölgeyi göreceksiniz. O bölgeyi ve Hacı Bayram Camii'sini başka bir geziye bıraktım. Yoksa yazı çok uzayacaktı. Merak etmeyin, bu kez fotograflarını çektim bile. Aslında Çankırı c...

Uyku İstasyonu / Nazlı Eray

Gerçekle düşün birbirine karıştığı; kahramanın Bursa'dan Paris'e, Sinop'tan Alanya'ya dolaştığı; geçmiş sorgulamaları, hayal kırıklıkları, hüzünler ve mutlulukların birbiriyle yarıştığı 160 sayfalık bir roman Uyku İstasyonu. Duraklarda, silik de olsa, Nazlı Eray'ın hayatına dair izler sezdim. Hangi izin hangi gerçekliğe işaret ettiğini edebiyat eleştirmenlerine bırakayım. İşin aslı, bulduğumu sandığım izlerin doğruluğundan da emin değilim. Ayrıca böylesi bir romanı okurken neden yazarın gerçek hayatıyla bağları düşünür insan sorusunu kendime not olarak ekleyeyim. Romanı tek oturuşta bitirdim. Elimden bırakmadan okumama neden olan şey sanırım büyülü atmosferdi. Bir sonraki sayfada ne olacağını tahmin bile edememenin gizeminin yanı sıra hikayenin gelişiminin neye işaret ettiğini çözmeye çalışmak da çok keyifliydi. Keyifli okumalar diliyorum. Sizler de görüşlerinizi paylaşmak isterseniz, yorum yazabilirsiniz.