Ana içeriğe atla

Ne yapıyorum acaba?

Yazıyı yayınlayıp yayınlamayacağımı bilmiyorum. Yayınlarsam bile bu ilk yazdığım hali mi olacak emin değilim. (Yayınlarken, yazının ilk halini koruduğumu belirtmek isterim!) İşin doğrusu ne yazacağımdan da emin sayılmam. Ankara’dan 17’ye doğru kalkan bir uçakla Münih’e doğru yol alırken, kalkışın üzerinden neredeyse 45 dakika geçmişken yazıyorum. Durup düşünmek ve/veya okumak dışında bir şey yapmak istediğimden netbook’u çıkarttım. Yazdıklarımı, eğer yayınlarsam, okuduğunuzda ben muhtemelen (bu kelimeyi o kadar severek kullanıyorum ki henüz 4 yaşını yeni bitiren kızım da konuşmalarının arasında kullanmaya başladı) Krakow’da otelime yerleşmiş olacağım.

Başlığa dönersem, gerçekten de ne yapıyorum acaba? Kimse beni zorlamamışken, para vermiyorken, sadece kendimi geliştirmek uğruna önce Londra’ya ardından Krakow’a gidiyorum. Onca yol parası, onca otel parası, Londra için vize parası ve her ikisinde 15’er liradan yurt dışı çıkış harçları. Nereden baksan toplamda bir aylık maaşım kadar parayı harcamışımdır. Peki, ne için? Nedir bu bitmeyen, bitecek gibi de görünmeyen çabamın asıl nedeni? Linkedin mi beni böyle arayışlara, çabalara iten? Yoksa on beş yıldan uzun süredir devam eden tek düze iş hayatının getirdiği sıkıntıdan kurtulma çabası mı?
Aslında başlıktaki soru, kafamın karışıklığının bir ispatı niteliğinde. Bir yandan kamunun güvenli limanında yüzmek istiyorum, bir yandan ise farklı denizleri keşfetmek. Bu seyahatlerim, kendimi iyi hissetmem dışında bir şeye yarayacak mı? Bana yeni kapılar açacak mı? Açmasını istiyor muyum gerçekten? Bilmiyorum.
Dün Ankara’ya dönerken, uzun otobüs yolculuğum sırasında birkaç film seyrettim. Şu an seyahat etmekte olduğum Lufthansa uçağıyla kıyasla, eğlence açısından fazlasını sunan otobüste iki film kanalı bulunuyordu. Her koltuğun arkasındaki ekranlarda döne döne yayınlanıyordu filmler. Kamil Koç, tercihlerini Fransız filmlerinden yana kullanmıştı. Romantik komedi, dram olarak nitelendirilebilecek yeni tarihli filmlerin isimlerini bilmiyorum ne yazık ki. Bu filmlerin birinde, 30’larının ortalarında yalnız yaşayan ve yalnızlıktan şikayet etmeyen , iş-güç sahibi bir kadın hayatında herşey yolunda giderken kolon kanseri olduğunu öğreniyordu. Bu bilgiyle birlikte altüst olan hayatını, hayatın anlamını sorgulayışını izledim. Filmde şöyle bir ifade geçiyordu: “Herkes bir gün ölecek, bunu hep biliyordun. Öyleyse neden korkuyorsun?” Kadın kahraman, “ Evet ama daha yapmak istediğim çok şey vardı” yanıtını veriyor haliyle. Filmde, Tanrı veya melek olarak değerlendirebileceğimiz karakter ise “her zaman yapmak istediklerin olacaktır” diyor. Gerçekten ne ilginçtir bu ölüm meselesi. Bilincimiz oluştuğundan itibaren öleceğimizin farkında olarak yaşarız. Ama sanki ölüm bizden çok uzaktaymış gibi davranırız. Yazdıklarımın dinle doğrudan ilgisi yok. Din konusunda ne yazmayı ne konuşmayı sevenlerdenim. Herkesin kendine göre bir inandığı var, kiminin inandığı hiçbir şey yok. Benim derdim bunlar değil.
Ölümle birlikte bildiğimiz hayatın sona ereceği konusunda dine inananlarla inanmayanlar anlaşıyor. Madem bir şekilde bu bildiğimiz dünyaya veda edeceğiz o zaman hazır henüz veda etmemişken yapmayı istediklerimizi yapsak. Engel olan ne ki? Hayat dediğimiz erteleyerek yaşanmayacak bir şey. Çünkü ertelediğimiz şeyleri yapmak için fırsat bulup bulamayacağımız hiç belli değil. Leo  Busliaga’nın kitaplarına benzediğinin farkındayım yazdıklarımın. Ama amacım, çok doğru görünüp uygulamasının olanaksız kadar zor olduğu sözler karalamak değil.
Yukarıdaki fikir yürütmelerinden yola çıkarak 2013’e temiz bir sayfa açıp başlamak istedim. Öncelikle, uzunca bir süre, hayatımda beni mutsuz edenleri düşündüm. İlk bulduklarım, şaşırttı beni. Facebook listenin başında yer alıyordu. Eski dostlar, liseden, üniversiteden arkadaşlar. Herkes bir yerlere dağılmış, farklı insanların hayatlarına değerek yaşıyor. Kimisiyle özel paylaşımlarım olmuş, kimiyle hiç anlaşamamışız. Yıl sonuna doğru listemi azaltarak işe başladım. Baktım mesele azaltmak değil. Kim nerede ne yapıyor soruları beni asıl mutsuz eden. Kendimi dikizleyen olarak hissettiğimi fark ettiğim gün hesabımı tamamen kapattım. Sonradan konuştuğum kimi arkadaşlar benzer duygular içinde olduklarını söylediler. Onlara da hesaplarını silmelerini önerdim.
Yılbaşından itibaren uyguladığım önlemlerin ikincisi ise beni mutsuz eden ikinci şeyle ilgili. Malumaliniz, bloğumda teknik etiketli yazıların büyük bölümü televizyon teknolojisi ile ilgili. 1998 yılında beri bu sektörün içindeyim ve 2003’ten beri konunun ar-ge kısmındayım. Yani bir yerde değil, tam olarak hayatımı radyo televizyon dünyasındaki yeniliklerden, gelişmelerden kazanıyorum. Ancak, televizyon izlemekten nefret ediyorum. Nefret, çok güçlü bir duygu bana kalırsa ve bu güçlü duyguyu temsil eden kelimeyi günlük hayatımda kullandığım nadirdir. Televizyon için ise hiç düşünmeden nefret ettiğimi söyleyebilirim. Elbette bir dönem devam ettiğim gazetecilik doktorası sırasında okuduğum kitapların, bu fikre ulaşmamda katkısı oldu. Biraz da 2009 doğumlu iki(z) kızlarım, televizyondan uzaklaşmamı sağladı ve o kısır döngüden kopunca ne kadar hayat hırsızı bir şey olduğunu görebildim. Ağır ifadeler kullandığımın farkındayım televizyon için. Ancak burada bir konuya açıklık getirmem gerekiyor. Karşı olduğum televizyonun kendisi. Herhangi bir kanal ya da içerik değil. Topuna ve kökten karşıyım. Tek yönlü, insanın beynini uyuşturan bir yapısı var o “büyülü” ekranın.
Ve gelelim üçüncüye. O işimle ilgili. İşimle ilgili düşündüğümde aklıma şanslı olduğum gelir hep. Ar-Ge, 1995 yılında üniversiteden mezun olduğumda ilk çalıştığım iş idi. O zaman kelimenin gerçek anlamıyla bir araştırma geliştirme merkezinde çalışıyordum. Uğraştığım proje, elektronik elektrik sayacı, firmadan ayrıldıktan sonra hayata geçti ve raflarda yerini aldı. 2003 yılında beri çalışmakta olduğum işyeri biriminde ise pozisyonum bana daha fazla özgürlük tanıyor. Geliştirecek konular var: uygulamalar, yazılımlar, özel donanımlar. Ancak iş bununla kalmıyor. Yayıncılık dünyası belki diğer sektörlere kıyasla daha fazla değişim içerisinde. Bilgi teknolojilerindeki gelişmeler hızla sektörümüze uygulanıyor ve iş yapma şekilleri, iş modelleri değişiyor. Hal böyle olunca farklı standartlar, farklı çözümler ortaya çıkıyor. Kimi zaman çalıştığım iş yeri, kimi zaman ülkemiz için bunlar arasında tercihler yapmak gerekiyor. Bu tercihlerde yol göstericiye ihtiyaç duyuruluyor. Kendimi bu konularda da yetkinleştirerek faydalı birisi olmaya gayret gösteriyorum.
İşte 2013 ile birlikte bir durum tespiti yaptım. Çeşitli nedenlerle çalışmakta olduğum iş yerinde yurt dışı etkinliklere katılmama destek olunmuyor. 1998 yılında bu yana görevli olarak iki kez yurt dışına gönderildim. Birisi, yeni alınan bir cihazın 2 günlük eğitimi, diğeri ise 2 günlük bir seminer içindi. 2013 başında fark ettim ki ya sadece ülkemizdeki etkinliklerle sınırlı kalıp ufkumu ülke sınırlarında tutacaktım ya da masrafı neyse cebimden karşılayıp Avrupa’daki önemli buluşmalara katılacaktım. Ben katılmayı seçtim. Katılmayı seçmiş olmak önemliydi elbette. Ancak yeterli değildi. Etkinliklerin büyük bölümü ciddi katılım ücretleri talep ediyordu. Yani iş oralara gidip otel paralarını ödemekle bitmiyordu. Londra’da gözüme kestirdiğim IP & TV World Forum 3 günlük bir etkinlikti ve 2000 Sterlin’in üzerinde para istiyordu. Bir diğer sorun, Birleşik Krallık’ın istediği vizeydi. Hal böyle olunca nisan ayındaki bu etkinliği es geçtim. Yerine, onun kadar geniş katılımlı olmasa da önemli buluşmalardan birisi olan Connected TV World Summit’i tercih ettim. İlk iş etkinliğin düzenleyicisine e-posta göndermek oldu. Sağolsun beni davet etme inceliğini gösterdi ve ben bu davet üzerine hızla vize başvurumu yaptım. Bir hafta içerisinde vizem de elimdeydi. İş yerine alacağım yanıtı bile bile başvurdum ve alacağım yanıtı bile alamadım. Halen bir yanıt da alabilmiş değilim. Belki birkaç ay sonra başvurumun uygun görülmediğini öğrenirim. Oteli ayarlayıp, ki Londra çok pahalı bir kent, bileti World Card puanı ile alınca geriye sevgili kızlarımdan ve eşimden izin almak kalmıştı. Bugüne kadar her konuda destek gördüğüm eşimin yardımlarıyla onları da ikna ettik. Sonunda gittim ve gerçekten ufkum genişlemiş bir şekilde döndüm. Döndüğümde kafamda net olmayan OTT TV, Smart TV ve iş modelleri netleşmişti.
Şimdi bu kararın bir uzantısı olarak Digital TV Central & Eastern Europe etkinliği için bir kez daha yoldayım. Gene düzenleyici şirketin davetlisi olarak ve elbette diğer tüm masrafları cebimden ödeyerek ve bir kez daha yıllık iznimden kullanarak gidiyorum Krakow’a.
 Yazıya başlayalı bir saati geçmiş. Yakında pilotun iniş için alçalıyoruz anlamına gelen anonsu duyulacak. Uçak Münih’e inecek, ardından Krakow uçağıyla hedefe ulaşmış olacağım. Belki Münih’te beklerken, belki Krakow’da otelimde yayınlayacağım bu yazdıklarımı. (gene yayınlarken, Münih havaalanının G82 kapısının önünde beklerken yayınladığım notunu düşmek isterim!)
Son söz olarak, isterseniz bir şekilde oluyor. Belki gereğinden fazla paraya mal oluyor, belki yıllık izinlerimi tüketiyorum ama bildiğim bana iyi geldiği.
Hayat, dertlenerek de eğlenerek de geçiyor.
Değişmez olan geçtiği.
Mesele o geçerken siz ne yapıyorsunuz.
Başlığa dönersek, ben ne yapıyorum acaba?
Ankara – Almanya arası bir yerler 24 Haziran 2013 Ankara saatiyle 18.22

Yorumlar

geçen haftanın en çok okunan 10 yazısı

Göksu Restaurant

Özellikle öğlen saatlerinde Kızılay, Sakarya civarında düzgün yemek yiyeceğiniz bir yer arıyorsanız en doğru seçim Göksu Restaurant olacaktır. Meşhur Otlangaç'ın karşısına denk düşen mekan, hızlı ve özenli servisi, lezzetli ve fahiş olmayan fiyatları ile bölge insanlarının gönlünde çoktan taht kurmuş. Öğle saatlerindeki kalabalığa karşın hızlı ve özenli servisin sırrı yeterli sayıda personel çalıştırmak olsa gerek. Yemeklerinde etsiz çeşitlerinin az oluşu dışında kusuru yok denebilir. Akşam servisini hiç denemedim, ancak akşamları Sakarya'ya gidenlere fazla hitabetmeyebilir. Afiyet olsun. GÖKSU RESTAURANT Bayındır Sokak No: 22 / A Kızılay - ANKARA tel 312 431 47 27 - 431 22 19

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe...

Yabancı dil öğrenmek üzerine: DuoLingo deneyimimim

kızımın çizgileri Ülkemizin kanayan yaralarından birisidir sanırım, yabancı dil öğrenmek. Onlarca kurs, yüzlerce kitap, saatlerce ders ve sonuç: anlayan (en azından anladığını düşünen) ve konuşamayan kişiler... Bir yerlerde bir sorun olduğu kesin, ama nerede? Farklı zamanlarda, 3 kez Fransızca kursuna gittim. İlk seferin ardından, aslında bir temel bilgim olmasına karşın, her seferinde en baştan başladım, hiç bilmiyormuşum gibi. Ne yazık ki kurslarda öğrendiklerim kalıcı olamadı. Şimdilerde, 70 gündür, her sabah DuoLingo ile çalışıyorum. Ücretsiz ve arada çıkan reklamlarla devam eden sürümünü kullanıyorum. Eminim farklı online dil kursları da vardır. Online platformda, kurslarda olmayan ne var diye düşününce bir kaç şey tespit ettim. Belki sizlerin de işine yarar diye paylaşıyorum: Yabancı dil öğrenmek, sürekli ve kesintisiz tekrar gerektiren bir süreç. Kurslar, sadece haftanın belli günleri, bir kaç saat için ve çoğunlukla, günün en yorgun olunan akşamlarında oluyor. ...

Yeni blog: Oyku7.blogspot.com

Oyku7.blogspot.com adresli blog sayfasında kısa öyküler yayınlamaya başladım. Aslında öykü serisi demek daha doğru olur belki.  Her hafta pazar günü saat 10'da yayınlanan ilk öykü ile başlayan ve hafta boyu her gün saat 10'da yayınlanan bölümleri ile süren, 7 günlük seriler.  Serilerin özelliği, birbirine yakın yerlerde ya da konseptlerde çektiğim fotoğraflara eşlik etmeleri.  Şimdiye kadar iki seri öykü yayınladım. Toplamda 14 öykü ediyor. Yarından itibaren yeni seri başlıyor, siz kıymetli okuyucularım için bir ön bilgi olsun, bu serinin adı Kadıköy. Bugün Kadıköy'ün çeşitli yerlerinde çektiğim 7 fotoğraf eşliğinde yedi kısa öykü yer alacak, yarından itibaren 7 gün boyunca, saat 10'da oyku7.blogspot.com adresli blog sayfasında. Öykülerdeki karakterler, anlattıkları, olay örgüsü vb. tamamen kurgu. Gerçek hayattaki kişi ve olaylarla bağlantısı tesadüften ibaret.  İlginizi çekerse aynı öyküler ve fotoğraflar oyku7.blogspot adresli Instagram hesabında da yayınlanıyor...

Eski Maltepe pazarı eski yerinde yakında bizlerle...

Ankaralılar bilir, kot pantolondan araba teybine, ara musluğundan kuruyemişe ne ararsan bulabildiğin hem de uygun fiyata bulabildiğin bir pazar var(dı): Maltepe camisinin üst tarafından pazartesi dışında (o gün semt pazarı kurulurdu) her gün hizmet veren seyyar paravanlarla ayrılmış küçük dükkancıkların oluşturduğu bir pazardı. Bu pazarın bulunduğu araziye bir alışveriş merkezi yapıldı. Ankara'nın en ilginç mimarisine sahip olduğunu düşündüğüm Malltepe Park, eski pazar esnafının ahını almıştı. Sopalarla dövüle dövüle pazar yerinden atılan esnafın tutan ahı, Malltepe Park'ı iflas noktasına getirdi. Market, dükkanlar derken hayalet alış veriş merkezine dönüştü Malltepe Park. Sonunda alış veriş merkezi yönetimi eski (kendi deyimleriyle tarihi) maltepe pazarını Malltepe Park'ın içine taşımaya karar vermiş.  Bugünlerde hummalı bir çalışma sürüyor Malltepe Park'ta. Dükkanlar alçıpanla küçük dükkancıklara bölünüyor. Öğrendiğime göre şimdiden 70'ten fazla pazar esnafı taş...

Bozkırdaki Gölgeler (Don Segundo Sombra) / Ricardo Güiraldes

Ricardo Güiraldes, Arjantin edebiyatının önemli isimlerinden birisiymiş. Don Segundo Sombra'yı, Can Yayınları'nın 1983 Ocak tarihli, Siren Tayla ve Vedat Tayyar Erdamar'ın çevirisiyle Bozkırdaki Gölgeler adıyla yayınladığı baskısından okudum. 235 sayfalık romanın sonunda Harriet de Onis'in makalesine yer verilmiş. Genel olarak Arjantin edebiyatı, özel olarak ise Güiraldes ve Son Segundo Sombra'ya dair ilginç bilgiler var makalede.  Romanın konusu Arjantin kırsalında bir gencin yetişkin olma yolundaki serüveni diye özetlenebilir. Kendisine rol model olarak Don Segundo Sombra adlı bir sığır çobanını seçtikten sonra yaşadıkları, düşündükleri ve dönüştüğü karakterini akıcı bir dille kaleme almış Güiraldes. 

Adatepe Zeytinyağı Müzesi'nde SoleMare Cafe

SoleMare Cafe ile 2015 senesinde tanıştık. O tarihlerde Küçükkuyu'nun büyük sürprizi başlıklı bir yazı ile blogda tanıtmaya çalışmıştım. 2016 yazında ise cafenin kurucuları ile söyleşi yayınladım. Mekânlara dair yazılara artık blogda çok yer vermiyorum. Sebebi ise basit: Google Haritalar.  Gittiğim mekânları Google Haritalar'da yorumluyor ve puanlıyorum. Hem daha pratik geliyor hem de daha çok kişiye ulaşıyor yazdıklarım. Ben de bir yere gideceğimde öncelikle Google Haritalar'daki yorumları okuyorum.  Yukarıdaki iki paragrafı yazma nedenim birazdan anlaşılacak. Bir kaç gün önce, çevrede yeni açılan bir yerler var mı diye Google Haritalar'da dolaşırken Adatepe Zeytinyağı Müzesi'nin bahçesinde SoleMare Cafe 'nin yeniden açıldığını gördüm. Uzun zamandır ayrı kaldığım bir arkadaşla karşılaşmış kadar sevindim. Web sayfalarını incelediğimde ise hem çok şaşırdım hem de çok mutlu oldum. Web sayfasında iki kişiye teşekkür mesajı paylaşılmış. Birisi logolarını tasarlaya...

trafik üzerine notlar

Trafiğe çıkan araç sayısı da trafikte geçirilen süre de her sene artıyor. Ne akaryakıt zamları ne araç fiyatları bu artışlara engel olabiliyor. Sabah ve akşam saatlerinde yoğunlaşsa da artık günün her saatinde dur / kalk trafiğine yakalanmadan bir yere ulaşmak hayal. Kurallara uygun araç kullanırken önünüzde arkanızda ani manevralarla sizi zor durumda bırakan sürücülerle karşılaşmak işten değil.  Ne yazık ki her gün sosyal medya platformlarında yol verme üzerine başlayan tartışmalarla ilgili videolar görüyorum. Kiminin sonu çok üzücü bitiyor. 32 senedir araç kullanan birisi olarak trafikte güvenli sürüşe dair önerilerimi paylaşmak istiyorum: Yakın takipten kaçının. Araya başka araç girmesin diye önünüzdekinin tamponuna yapışırsanız ani frenlerde durma şansınız azalır. Hız limitlerine uyun. 50 ile git diyorsa levhada yerleşim yerinden geçiyorsunuzdur, birden yaya / hayvan yola çıkabilir. 30 diyorsa levha, okul vardır yakında. Sol şeridi işgal etmeyin. Bırakın geçsin daha hızlı ...

Yapay zeka, blog yazıları

2004 yılından bu yana devam ediyorum blog yazmaya. Kişisel hayatımda da teknoloji dünyasında da bir çok değişiklik oldu bu süreçte. Zaman zaman ara verdim yazmaya. Blog yazmaya, Türkçe içerikleri çoğaltmak amacıyla başlamıştım. Bugün geldiğimiz noktada ise özgün içerikleri çoğaltmak gibi bir hedef ile devam ediyorum yazmaya.  Bir çok işin yapay zeka araçlarına yaptırıldığı günümüz dünyasında, özgün içerik bulmak zorlaşıyor. İlk başlarda heyecan verici görünen yapay zeka tarafından oluşturulan içerikler, bir noktadan sonra birbirinin kopyası hâline dönüşüyor. Büyük olasılıkla bu sorunu aşacak araçlar da çıkacaktır.  Farklı konularda, yapay tatlardan ari içeriklere ulaşmak isterseniz tek yapmanız gereken SadeceOzgur sayfasına ulaşmak. Bu yazıyla birlikte, bundan sonra yapay zeka destekli hiçbir içeriğin blog sayfamda yer almayacağını duyuruyorum. 

Uçurtmayı Vurmasınlar / Feride Çiçekoğlu

Feride Çiçekoğlu'nun 1986 yılında ilk baskısı yayınlanan ve 1989'da sinemaya uyarlanan ünlü romanı, daha doğrusu uzun öykü / kısa roman / novellasını bir solukta okudum.  Seneler önce filme uyarlamasını izlemiş ve çok beğenmiştim. Novellayı okumamış, filmi izlememişler için öyküyü kısaca özetlemek isterim.  Novella, annesiyle birlikte cezaevinde bulunan Barış'ın, 1980 darbesi sonrası cezaevindeki siyasi tutuklularla olan ilişkilerini anlatıyor. Onunla ilgilenen ve farklı bir dünyayı gözlerinin önüne seren "siyasiler"e yazdığı mektuplarla ilerleyen novellayı okurken, filmdeki sahneler gözümün önünde canlandı yeniden.  Novellayı hangi dönemde okursak okuyalım hep yaşadığımız günlere benzerlikleri hatırlayacağız sanırım. Hoş, novelladaki bir mektupta belirttiği gibi, büyüklerimiz bizden iyi bilir elbette.