Ana içeriğe atla

Ne yapıyorum acaba?

Yazıyı yayınlayıp yayınlamayacağımı bilmiyorum. Yayınlarsam bile bu ilk yazdığım hali mi olacak emin değilim. (Yayınlarken, yazının ilk halini koruduğumu belirtmek isterim!) İşin doğrusu ne yazacağımdan da emin sayılmam. Ankara’dan 17’ye doğru kalkan bir uçakla Münih’e doğru yol alırken, kalkışın üzerinden neredeyse 45 dakika geçmişken yazıyorum. Durup düşünmek ve/veya okumak dışında bir şey yapmak istediğimden netbook’u çıkarttım. Yazdıklarımı, eğer yayınlarsam, okuduğunuzda ben muhtemelen (bu kelimeyi o kadar severek kullanıyorum ki henüz 4 yaşını yeni bitiren kızım da konuşmalarının arasında kullanmaya başladı) Krakow’da otelime yerleşmiş olacağım.

Başlığa dönersem, gerçekten de ne yapıyorum acaba? Kimse beni zorlamamışken, para vermiyorken, sadece kendimi geliştirmek uğruna önce Londra’ya ardından Krakow’a gidiyorum. Onca yol parası, onca otel parası, Londra için vize parası ve her ikisinde 15’er liradan yurt dışı çıkış harçları. Nereden baksan toplamda bir aylık maaşım kadar parayı harcamışımdır. Peki, ne için? Nedir bu bitmeyen, bitecek gibi de görünmeyen çabamın asıl nedeni? Linkedin mi beni böyle arayışlara, çabalara iten? Yoksa on beş yıldan uzun süredir devam eden tek düze iş hayatının getirdiği sıkıntıdan kurtulma çabası mı?
Aslında başlıktaki soru, kafamın karışıklığının bir ispatı niteliğinde. Bir yandan kamunun güvenli limanında yüzmek istiyorum, bir yandan ise farklı denizleri keşfetmek. Bu seyahatlerim, kendimi iyi hissetmem dışında bir şeye yarayacak mı? Bana yeni kapılar açacak mı? Açmasını istiyor muyum gerçekten? Bilmiyorum.
Dün Ankara’ya dönerken, uzun otobüs yolculuğum sırasında birkaç film seyrettim. Şu an seyahat etmekte olduğum Lufthansa uçağıyla kıyasla, eğlence açısından fazlasını sunan otobüste iki film kanalı bulunuyordu. Her koltuğun arkasındaki ekranlarda döne döne yayınlanıyordu filmler. Kamil Koç, tercihlerini Fransız filmlerinden yana kullanmıştı. Romantik komedi, dram olarak nitelendirilebilecek yeni tarihli filmlerin isimlerini bilmiyorum ne yazık ki. Bu filmlerin birinde, 30’larının ortalarında yalnız yaşayan ve yalnızlıktan şikayet etmeyen , iş-güç sahibi bir kadın hayatında herşey yolunda giderken kolon kanseri olduğunu öğreniyordu. Bu bilgiyle birlikte altüst olan hayatını, hayatın anlamını sorgulayışını izledim. Filmde şöyle bir ifade geçiyordu: “Herkes bir gün ölecek, bunu hep biliyordun. Öyleyse neden korkuyorsun?” Kadın kahraman, “ Evet ama daha yapmak istediğim çok şey vardı” yanıtını veriyor haliyle. Filmde, Tanrı veya melek olarak değerlendirebileceğimiz karakter ise “her zaman yapmak istediklerin olacaktır” diyor. Gerçekten ne ilginçtir bu ölüm meselesi. Bilincimiz oluştuğundan itibaren öleceğimizin farkında olarak yaşarız. Ama sanki ölüm bizden çok uzaktaymış gibi davranırız. Yazdıklarımın dinle doğrudan ilgisi yok. Din konusunda ne yazmayı ne konuşmayı sevenlerdenim. Herkesin kendine göre bir inandığı var, kiminin inandığı hiçbir şey yok. Benim derdim bunlar değil.
Ölümle birlikte bildiğimiz hayatın sona ereceği konusunda dine inananlarla inanmayanlar anlaşıyor. Madem bir şekilde bu bildiğimiz dünyaya veda edeceğiz o zaman hazır henüz veda etmemişken yapmayı istediklerimizi yapsak. Engel olan ne ki? Hayat dediğimiz erteleyerek yaşanmayacak bir şey. Çünkü ertelediğimiz şeyleri yapmak için fırsat bulup bulamayacağımız hiç belli değil. Leo  Busliaga’nın kitaplarına benzediğinin farkındayım yazdıklarımın. Ama amacım, çok doğru görünüp uygulamasının olanaksız kadar zor olduğu sözler karalamak değil.
Yukarıdaki fikir yürütmelerinden yola çıkarak 2013’e temiz bir sayfa açıp başlamak istedim. Öncelikle, uzunca bir süre, hayatımda beni mutsuz edenleri düşündüm. İlk bulduklarım, şaşırttı beni. Facebook listenin başında yer alıyordu. Eski dostlar, liseden, üniversiteden arkadaşlar. Herkes bir yerlere dağılmış, farklı insanların hayatlarına değerek yaşıyor. Kimisiyle özel paylaşımlarım olmuş, kimiyle hiç anlaşamamışız. Yıl sonuna doğru listemi azaltarak işe başladım. Baktım mesele azaltmak değil. Kim nerede ne yapıyor soruları beni asıl mutsuz eden. Kendimi dikizleyen olarak hissettiğimi fark ettiğim gün hesabımı tamamen kapattım. Sonradan konuştuğum kimi arkadaşlar benzer duygular içinde olduklarını söylediler. Onlara da hesaplarını silmelerini önerdim.
Yılbaşından itibaren uyguladığım önlemlerin ikincisi ise beni mutsuz eden ikinci şeyle ilgili. Malumaliniz, bloğumda teknik etiketli yazıların büyük bölümü televizyon teknolojisi ile ilgili. 1998 yılında beri bu sektörün içindeyim ve 2003’ten beri konunun ar-ge kısmındayım. Yani bir yerde değil, tam olarak hayatımı radyo televizyon dünyasındaki yeniliklerden, gelişmelerden kazanıyorum. Ancak, televizyon izlemekten nefret ediyorum. Nefret, çok güçlü bir duygu bana kalırsa ve bu güçlü duyguyu temsil eden kelimeyi günlük hayatımda kullandığım nadirdir. Televizyon için ise hiç düşünmeden nefret ettiğimi söyleyebilirim. Elbette bir dönem devam ettiğim gazetecilik doktorası sırasında okuduğum kitapların, bu fikre ulaşmamda katkısı oldu. Biraz da 2009 doğumlu iki(z) kızlarım, televizyondan uzaklaşmamı sağladı ve o kısır döngüden kopunca ne kadar hayat hırsızı bir şey olduğunu görebildim. Ağır ifadeler kullandığımın farkındayım televizyon için. Ancak burada bir konuya açıklık getirmem gerekiyor. Karşı olduğum televizyonun kendisi. Herhangi bir kanal ya da içerik değil. Topuna ve kökten karşıyım. Tek yönlü, insanın beynini uyuşturan bir yapısı var o “büyülü” ekranın.
Ve gelelim üçüncüye. O işimle ilgili. İşimle ilgili düşündüğümde aklıma şanslı olduğum gelir hep. Ar-Ge, 1995 yılında üniversiteden mezun olduğumda ilk çalıştığım iş idi. O zaman kelimenin gerçek anlamıyla bir araştırma geliştirme merkezinde çalışıyordum. Uğraştığım proje, elektronik elektrik sayacı, firmadan ayrıldıktan sonra hayata geçti ve raflarda yerini aldı. 2003 yılında beri çalışmakta olduğum işyeri biriminde ise pozisyonum bana daha fazla özgürlük tanıyor. Geliştirecek konular var: uygulamalar, yazılımlar, özel donanımlar. Ancak iş bununla kalmıyor. Yayıncılık dünyası belki diğer sektörlere kıyasla daha fazla değişim içerisinde. Bilgi teknolojilerindeki gelişmeler hızla sektörümüze uygulanıyor ve iş yapma şekilleri, iş modelleri değişiyor. Hal böyle olunca farklı standartlar, farklı çözümler ortaya çıkıyor. Kimi zaman çalıştığım iş yeri, kimi zaman ülkemiz için bunlar arasında tercihler yapmak gerekiyor. Bu tercihlerde yol göstericiye ihtiyaç duyuruluyor. Kendimi bu konularda da yetkinleştirerek faydalı birisi olmaya gayret gösteriyorum.
İşte 2013 ile birlikte bir durum tespiti yaptım. Çeşitli nedenlerle çalışmakta olduğum iş yerinde yurt dışı etkinliklere katılmama destek olunmuyor. 1998 yılında bu yana görevli olarak iki kez yurt dışına gönderildim. Birisi, yeni alınan bir cihazın 2 günlük eğitimi, diğeri ise 2 günlük bir seminer içindi. 2013 başında fark ettim ki ya sadece ülkemizdeki etkinliklerle sınırlı kalıp ufkumu ülke sınırlarında tutacaktım ya da masrafı neyse cebimden karşılayıp Avrupa’daki önemli buluşmalara katılacaktım. Ben katılmayı seçtim. Katılmayı seçmiş olmak önemliydi elbette. Ancak yeterli değildi. Etkinliklerin büyük bölümü ciddi katılım ücretleri talep ediyordu. Yani iş oralara gidip otel paralarını ödemekle bitmiyordu. Londra’da gözüme kestirdiğim IP & TV World Forum 3 günlük bir etkinlikti ve 2000 Sterlin’in üzerinde para istiyordu. Bir diğer sorun, Birleşik Krallık’ın istediği vizeydi. Hal böyle olunca nisan ayındaki bu etkinliği es geçtim. Yerine, onun kadar geniş katılımlı olmasa da önemli buluşmalardan birisi olan Connected TV World Summit’i tercih ettim. İlk iş etkinliğin düzenleyicisine e-posta göndermek oldu. Sağolsun beni davet etme inceliğini gösterdi ve ben bu davet üzerine hızla vize başvurumu yaptım. Bir hafta içerisinde vizem de elimdeydi. İş yerine alacağım yanıtı bile bile başvurdum ve alacağım yanıtı bile alamadım. Halen bir yanıt da alabilmiş değilim. Belki birkaç ay sonra başvurumun uygun görülmediğini öğrenirim. Oteli ayarlayıp, ki Londra çok pahalı bir kent, bileti World Card puanı ile alınca geriye sevgili kızlarımdan ve eşimden izin almak kalmıştı. Bugüne kadar her konuda destek gördüğüm eşimin yardımlarıyla onları da ikna ettik. Sonunda gittim ve gerçekten ufkum genişlemiş bir şekilde döndüm. Döndüğümde kafamda net olmayan OTT TV, Smart TV ve iş modelleri netleşmişti.
Şimdi bu kararın bir uzantısı olarak Digital TV Central & Eastern Europe etkinliği için bir kez daha yoldayım. Gene düzenleyici şirketin davetlisi olarak ve elbette diğer tüm masrafları cebimden ödeyerek ve bir kez daha yıllık iznimden kullanarak gidiyorum Krakow’a.
 Yazıya başlayalı bir saati geçmiş. Yakında pilotun iniş için alçalıyoruz anlamına gelen anonsu duyulacak. Uçak Münih’e inecek, ardından Krakow uçağıyla hedefe ulaşmış olacağım. Belki Münih’te beklerken, belki Krakow’da otelimde yayınlayacağım bu yazdıklarımı. (gene yayınlarken, Münih havaalanının G82 kapısının önünde beklerken yayınladığım notunu düşmek isterim!)
Son söz olarak, isterseniz bir şekilde oluyor. Belki gereğinden fazla paraya mal oluyor, belki yıllık izinlerimi tüketiyorum ama bildiğim bana iyi geldiği.
Hayat, dertlenerek de eğlenerek de geçiyor.
Değişmez olan geçtiği.
Mesele o geçerken siz ne yapıyorsunuz.
Başlığa dönersek, ben ne yapıyorum acaba?
Ankara – Almanya arası bir yerler 24 Haziran 2013 Ankara saatiyle 18.22

Yorumlar

Son haftanın en çok okunan 10 yazısı

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe

Yaylapınar (Sinekçiler) Köyü Nazilli tatili

Yazılacaklar birikti, bu gidişler birikmeye devam edecek. Üst üste gelince seyahatler, okunanlar, teknik gelişmeler böyle oluyor. Yavaş düzgündür, düzgün ise hızlı deyip başlayayım bir yerinden.  Geçtiğimiz haftanın 6 gecesini, Aydın'ın Nazilli ilçesinin, eski adıyla Sinekçiler, Yaylapınar köyünde geçirdik. Ne ben, ne de eşim Nazilli'li. Oralarda yaşayan akrabamız da yok. Peki nasıl oldu da bir köyde kaldık 6 gece. Pınar Kaftancıoğlu sayesinde. Kendisini büyük şehirlerde, özellikle İstanbul'da, yaşayan çocuk sahipleri tanıyacaktır. Ayşe Arman'ın söyleşisinden sonra tanıyanlar ve alış veriş yapanların sayısında ciddi artış olmuş. Siz tanımayanlardansanız İpek Hanım'ın Çiftliği'nin web sayfasına bakmanızı ve yazının geri kalanını sonra okumanızı öneririm.  Kaftancıoğlu, bana kalırsa ülkemiz için uygulanabilir bir kalkınma modeli oluşturmuş. Ülkemiz, her ne kadar son dönemlerde ihmal edilmiş olsa bile, bir tarım ülkesi. Tarıma elverişli topraklara

Kocadağ At Çiftliği Kocadağ Köyü / Havran

Deniz, kum, güneş tatilinden sıkıldıysanız ve Edremit körfezi civarındaysanız size süper bir alternatif: At binmek. Edremit'ten Balıkesir'e giden yol üzerindeki şirin ilçe Havran'ın Kocadağ köyünde bu mekan. Henüz dört yaşında olan iki(z) kızlarımız çok keyif aldılar at binmekten. Altınızda sizden epey güçlü b ir hayvan varken dengede durmaya çalışmak, yorucu bir o kadar da keyifli bir uğraş. Eğer hayatınızda at binmeyi hiç denemediyseniz, emin olun deneyince siz de kabul edeceksiniz, çok şey kaçırmışsınız demektir.    Kocadağ At Çitfliği'nde at binmenin yanı sıra lezzetli mutfağını da deneyebilirsiniz. Mantı, haşlama içli köfte, ızgara köfte ve elbette demleme çay. Fiyatlar derseniz bu konuda ucuz / pahalı yorumu yapmak istemiyorum. Bunun yerine bir kaç seçtiğim ürünün fiyat bilgisini paylaşacağım. Ancak, öncelikle sipariş edeceğiniz yiyeceklerin hepsinin büyük bir özenle hazırlanıp, aynı özenle servis edildiğini belirteyim. Biz mantı, içli köfte, ızgara hellim ve

Göksu Restaurant

Özellikle öğlen saatlerinde Kızılay, Sakarya civarında düzgün yemek yiyeceğiniz bir yer arıyorsanız en doğru seçim Göksu Restaurant olacaktır. Meşhur Otlangaç'ın karşısına denk düşen mekan, hızlı ve özenli servisi, lezzetli ve fahiş olmayan fiyatları ile bölge insanlarının gönlünde çoktan taht kurmuş. Öğle saatlerindeki kalabalığa karşın hızlı ve özenli servisin sırrı yeterli sayıda personel çalıştırmak olsa gerek. Yemeklerinde etsiz çeşitlerinin az oluşu dışında kusuru yok denebilir. Akşam servisini hiç denemedim, ancak akşamları Sakarya'ya gidenlere fazla hitabetmeyebilir. Afiyet olsun. GÖKSU RESTAURANT Bayındır Sokak No: 22 / A Kızılay - ANKARA tel 312 431 47 27 - 431 22 19

Sokakbaşı Meyhane, nam-ı diğer Hüseyin'in Meyhanesi

Uzunca bir süredir izlediğim tek televizyon yayını Behzat Ç.'nin Hüseyin'in Meyhanesi mekanı olarak kullandığı Sokakbaşı Meyhanesi'ne sonununda gittim. Hatta yanda gördüğünüz üzere Behzat'ın masasında fotografım da var. Mekan, aslında Behzat Ç. öncesinde de bölgede bilinen sevilen yerlerdendi. Esat dörtyolda, köşebaşında yer alan burayı Behzat Ç.'de mekan olarak kullanmak, muhtemelen Erdal Beşikçioğlu'nun zamanında Sokakbaşı'nın çaprazında bir yer işletmesinden kaynaklanıyordur.  Sokakbaşı'na diziden aşinayız. Havalar iyi olduğunda açık havada büyükçe bir yerleri var. İçerisi de küçük sayılmaz. Mezeler lezzetli, fiyatlar pek ucuz sayılmaz. Dizinin etkisi fiyatlara yansımış görünüyor. Behzat'ın masası rezervasyonlu oluyormuş genelde. Yurt içi ve hatta dışından rezervasyon yapılıyormuş. Mekanın garsonları, kim bölümlerde rol almış. Duvarlarda gazete küpürleri ve diziden görüntülerin yer aldığı fotograflar var.  Yakında final yapacak olan Behzat

Pazr günü eğlencesi: Eymir gölü etrafında bisiklet sürmek

Sadece ODTÜ öğrenci ve çalışanlarının bir de göl kartı sahiplerinin girebildiği düşünülür Eymir gölüne. Oysa, eskiden olduğu gibi bugün de arabasız girdiğiniz sürece, kimse kimlik sormaz kapısında. Birisi TRT'nin Oran yerleşkesinin yanından inen yolun sonunda, diğeri Gölbaşı'ndaki TEİAŞ tesislerini geçince olmak üzere iki kapısı bulunur bu küçük göl ve çevresinin. ODTÜ arazisidir ve içerisinde piknik yapmak yasaktır. Son düzenlemeler sonrası üniversite arazisi olduğu için içeride alkol satışı yasaklanmıştır. Yakın zamanda üniversite yönetiminin aldığı bir karar ile Eymir gölü çevresine haftasonları araç girişi tamamen yasaklandı. Her iki kapının yakınında, ODTÜ'de görev yapan güvenliklerin kontrol ettiği park alanları oluşturuldu. Ücretsiz olan bu alanlara aracınızı bırakıp yürüyerek göl çevresine girebiliyorsunuz. İçeride her 10 - 15 dakikada bir hareket eden ring servisleri bekliyor. Lokantaların olduğu yerlerde durakları var. Dönüş için de aynı araçları kullanabili

İkiz bebekle tatile çıkacaklara öneriler

Blog sayfamdaki yazıları belli kategorilere göre ayırıp etiketliyorum. Yazacaklarımın etiketlenebilecek şeyler olmasına özen gösteriyorum. Kısacası her aklıma geleni bloga yazmıyorum. Bugün canım sıkıldı, bari canımın sıkıldığını tüm dünya duysun demiyorum. Biraz bu nedenle, biraz yazarın anonimliğini korumasını sağlama kaygısıyla özel hayatıma ilişkin paylaşımları sınırlı tuttum bu güne kadar. Bu yazı yukarıda anlattıklarımla çelişse bile tatile çıkmadan önce yaptığım internet aramalarında işe yarar çok az bilgi bulabildiğim için ikiz bebek sahiplerine deneyimlerimi aktarayım istedim. Bu yazı ile birlikte yeni bir etiket bloga merhaba diyor: İkiz büyütmek. Bu etiket altında, çok sık olmamakla birlikte, ikiz büyütürken yaşadıklarımı paylaşacağım.

Kitap etiketli 100. yazı: Leyla AÇBA, Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları / Harun Açba

Baştan itiraf edeyim. Her ne kadar blog sayfama reklam falan almamış olsam bile okunma sayısını takip ediyorum. Okunmak, yorumlanmak, takip edilmek sanırım tüm blog yazarlarını mutlu ediyor. Güncel haberlere ilişkin blogumda bir şeyler yer alıyorsa o dönemde okunma sayısında ciddi artışlar oluyor. Göksu Restaurant gibi Ankara'nın beğenilen mekanlarından birisine ilişkin ilk sayılabilecek yazılardan birisini yazmış olmam blog sayfama ulaşılma nedenlerinin başında yer alıyor. Bu gerçekten hareketle bugünlerde gündemde olan bir konu hakkında zamanında alıp kütüphanede unuttuğum bir kitap, pazar akşamı keyfi oldu. Leyla Açba, son Osmanlı padişahı Sultan Vahideddin'in ilk eşi olan Emine Nazikeda Kadınefendi'nin 5. nedimesi olarak 1919-1924 yılları arasında saray görevinde bulunmuş bir Çerkes prensesiymiş. Sarayda yaşadıklarına ilişkin hatıralarını kaleme alan ender kişilerden birisiymiş. Leyla Saz, Safiye Ünüvar ve Prenses Ayşe Osmanoğlu dışında hatıralarını kaleme alan yok

Çobanoğlu Restaurant / Eymir Gölü - ANKARA

Senelerdir gidip geldiğim ve her seferinde huzur bulduğum Eymir Gölü ile ilgili ayrıntılı rehber hazırlama işine giriştiğimde, göl kıyısında yer alan mekânları ayrıca tanıtmam gerektiğini fark ettim.  Göl çevresinde araç trafiği tek yönlü olunca, Çobanoğlu'na araç ile ulaşmak epey sürüyor. Gölbaşı tarafındaki kapıyı kullanarak göl kıyısına girdiyseniz, göl çevresindeki turunuzun şık bölümünün son tesisi Çobanoğlu. Adını, geniş bahçesindeki Çobanoğlu çeşmesinden alan bu tesis, kahvaltı, gözleme, ızgara çeşitleri ve sıcak-soğuk mezeleri ile sağlam bir mutfağa sahip.  Eymir gölü, genişçe akan ve kıvrımlarla ilerleyen bir nehre benziyor, haritadan baktığınızda. Bu yüzden, Çobanoğlu'nda otururken küçük bir göl görüyorsunuz. Göl kıyısındaki diğer tesisler ise Çobanoğlu'ndan görünmüyor.  İster bahçesinde oturun, ister soba ile ısıtılan içerisinde çok keyif alacağınızı düşünüyorum Çobanoğlu'nda. TRT tarafındaki kapıdan, yürüyerek ya da bisiklet ile, trafiğin tersi yön

Mangal

Bir keebapçı düşünün. Siparişinizi verdikten sonra size sormadan küçük atışmalıklar getirsin sıcacık balon lavaş ile birlikte. Siz yavaş yavaş onlarla açlığınızı bastırıken siparişiniz en leziz haliyle hazırlansın. Keyifli yemeğinizin ardından şöye demli çay olsa diye düşünürken semaverinizi getirip 2-3 dakika kadar bekleyip içebilirsiniz desin. Siz şaşkınlıkla etrafınıza bakıp çayınızı yudumlarken bir yandan da şimdi bunlar kuver müver diye hesaba eklenecektir zaten, bedava ne var ki dünyada endişesini taşıyıp gene de hesap deseniz ve gelen hesapta siparişini vermediğiniz hiç bir şey olmasa....Ne semaver, ne gelen atıştırmalıklar ne küver. İşte böyle bir yer var artık. Mangal . Hem de 24 saat açık. Nerede mi? Bestekar sokak No:78 Kavaklıdere Ankara adresinde. Orası neresi diyenler için hatırlatayım. Bestekar sokak (hani Tunalı Hilmi caddesi ile Tunus Caddesi arasında kalan yeni bir sürü barın açıldığı sokak) üzerindeki Kebap 49'u veya Şençam Köftecisi'ni bilirsiniz. Onların