Ana içeriğe atla

Cüneyt Ayral söyleşisi volume 2


1. İstatistik yok elimde ancak ülkemizden yurtdışına gidenlerin ilk tercihlerinden birisidir sanırım Paris. Bu kadar çok ziyaret edilen bir kent ile ilgili Türkçe yazılmış bir çok kitap olmasını da doğal buluyorum. Ancak, itiraf etmeliyim ki sizinki kadar gerçekçisini okumadım bugüne kadar. Buna anı kitapları da dahil. Bu gerçekçilik bilinçli bir tercih miydi?

Türklerin en çok yeğledikleri ülkenin İtalya olduğunu sanıyorum, hem kültür hem alışkanlıklar hem de alış-veriş açısından İtalya bize daha yakın olduğu için böyle bir seçenek olduğu düşüncesindeyim.

Kitap benim yazdığım üçüncü Paris kitabı, Zaman Bitti romanımdaki Paris anlatımlarını da sayarsak eğer dört bile diyebiliriz.

Bu şehir ile benim aramda 40 yılı aşkın bir ilişki söz konusu. Fransa ise hayatımda sürekli olarak en uzun yaşamakta olduğum ülke.

İstanbul’da yaşarken beş yıl yayımlamış olduğu Kostantıniyye Haberleri Gazetesi’ndeki (daha sonra Bizimşehir Haberleri Gazetesi olarak yayınlandı) dil ve tavrımıza da bakarsanız, özellikle haberlerindeki tavırdan söz ediyorum, benim hep gerçekçi davrandığımı göreceksiniz. Romanlarım kurgu olmalarına rağmen onlarda da aynı gerçekçilik söz konusu. Demek ki benim yazma biçimim böyle… Sır olarak söyleyeyim, yaşama biçimim de aynı…

2. Paris, bir çokları için aşk, sevda, cinsellik gibi olumlu / heyecan verici duyguların şehridir. Oysa siz Paris yalnızlıktır diyorsunuz. Bunun farkına varabilmek için Paris'te ne kadar yaşamak gerekir? Bir de ekleme yapayım izninizle, kitapta sizin dışınızda bir de Ahmet ÖRE'nin yazdığı bölüm var. Ahmet Bey de uzunca sayılacak bir süredir Paris'te ve onun Paris'i aşk ve güzellik dolu. Sizce bu farklı algılayışın arkasında ne var?

Önce yalnızlıktan söz edelim. Bunun bir süresi yoktur. İnsan aslında hep yalnızdır, paylaştığı da zaman zaman bu yalnızlığıdır. Ancak bazıları bunu farkında olarak yapar bazıları da bilincinde olmadan. Aslına bakarsanız yalnızlık, onu yaşamayı becerebilenler için gerçek bir lükstür, ben kendi adıma bunu becerebildiğim düşüncesindeyim. Yalnızlığın, yaşama şiir penceresinden bakmakla da ilgisi vardır. Kendimi yazardan çok şair olarak tanımlıyor olmamda da bu gerçeklik var. Şiir, bir yaşama biçimidir. Hayatı şiir gibi, şiir penceresinden bakarak yaşarsanız o zaman tadına daha çok varırsınız, yani Paris sokaklarında evine gitmeyi kabul etmeyip, sokakta yaşamayı yeğleyen bir adamın gözünden yaşamı tartmayı denemek, o yalnızlığın içinde yatan gerçekliği görmeye çalışmak, sizin yalnızlığınıza pek çok olumlu etki yapacaktır. Bu işin Paris ile bir ilgisi olduğunu sanmıyorum, zamanla ölçülebilmesinin mümkün olmadığı da bir başka yanı…

Ahmet’in Paris’i yazma biçimi, kitapta da anlatmaya çalıştığım gibi daha çok bir rehber özelliği taşıyor, ancak onun öznel bakış açısından ki ben bu bakış açısını sevdiğim için kitabımda ona yer verdim ve onun blogunun izlenmesini önerdim.

Ama üçüncü, ama beşinci, ama ilk kez Paris’e gelecek birisinin gezip görmek ve anlamak isteyeceği Paris’i anlatıyor Ahmet ve bu işi de çok iyi yapıyor. O yanılmıyorsam ya 3 ya da 4 yıldır bu şehirde yaşamakta, onun algılaması ile benim algılamam arasında yaklaşık 35 yıllık bir fark var, ayrıca ben Paris’i Abidin Dino ile de dolaştım, Nedim Gürsel ile hâlâ dolaşmaya devam ediyorum, Figen Batur’un Paris’inden de haberim var, yenilerde yitirdiğimiz G. Moustaki’nin Paris’inden de. Uwe Ommer’in bu şehirde nasıl yaşamakta olduğundan da haberdarım, gazete satıcısı Ali’nin de. Yani Ahmet’in henüz bu insanlarla Paris’i paylaşmaya zamanı olmadı, bazıları da zaten bu dünyadan göçüp gittiler.

Bir de şunu ekleyeyim, aradaki farkın daha iyi belirginleşmesi açısından. Paris’in içindeki hal yıkılıp yerine bir alışveriş merkezi yapılmıştı, bundan birkaç yıl önce o proje yenilendi ve şimdilerde inşaatı süren yapyani bir alışveriş merkezi çıkıyor ortaya. Düşünün ki ben ilk sözünü ettiğim halin o halini de biliyorum, orası yıkılırken kaç farenin şehre doluşmaması için kurulan dev tuzakları da…

3. 8 aylık Paris maceramda en garibime giden apartmanın görevlisi ile yaptığımız sohbetti. İngilizce ve Fransızca konuşan bu kişi, tahmin edileceği üzere Fransa'nın sömürgelerinin birisinden, bir ada devletten gelmiş. Ülkemizin resmi dilinin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Türkiye'de yaşıyoruz ve resmi dilimiz Türkçe dedik bir kaç kere. Adam, aranızda Türkçe konuştuğunuzu biliyorum ama devletin resmi dili nedir diye sordu. Bir türlü ikna edemedik. Buradan şuna gelmek istiyorum, kitabınızda sömürgelerden gelen nüfusun kendisini Fransız'dan daha Fransız hissettiğini yazmışsınız. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Fransa’nın dünyada en çok göç alan ülkelerden birisi olduğunu biliyoruz. Bugün, eğer yanılmıyorsam ülkedeki gerçek Fransız ırkının nüfustaki oranı %20 den daha az.

Fransızca, Amerikan emperyalizmi dünyayı esir almadan önce en geçerli dildi. İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen yıllarda Türkiye’de de öğrenilmesi gereken yabancı dil Fransızca olarak kabul edilirdi. Yalnızca İstanbul’da kaç Fransız okulu olduğuna ve bunların kuruluş öykülerine bir göz atmanızı öneriyorum. O zaman “kültür emperyalizminin” nasıl yaygınlaştığını daha iyi anlayabiliyoruz.

1957 yılında ilk Türk işçilerinin gittiği Almanya’ya aynı yıllarda İtalyan, Portekizli ve Sırp işçiler de gittiler, hepsi para kazanıp ülkelerine geri döndüler ama Türkler Almanya’da kaldılar. Alman oldular mı? Alman gibi yaşamaya başlayabildiler mi? Bu sorularınıza cevap vermekte olduğum Berlin şehrinde gördüğüm kadarıyla, bambaşka bir “alman/türk” karışımı ortaya çıktığı gibi, bunun uzantısı olan farklı bir Türk Almanca'sı da ortaya çıkmış. Burada yanlışı yapan Türkler mi? Almanlar mı? Bu sorunun cevabı Fransızların davranış biçiminde gizlidir.

Fransa’da yaşamakta olan herkes dil, din, ırk, cinsiyet ve cinsel tercih ayrımı olmaksızın eşittir. Buna, bu ülke vatandaşı olmadığı halde Fransa’da oturma izni olan herkes dahildir. Kültürlerin bu karışımından oluşan ve hergün farklılaşmayı sürdüren kültürel varlığı Fransızlar zenginlik olarak algılarlar. Kültürün ortaklaşması için gereken şeyin de dil olduğu bilinci ile hareket ederler. Ancak burada yaşayan herkesin kendi ana dilini de öğrenme hakkı ve olanağı da vardır. Bugün eğer Türkçe konuşuyorsanız ve bu ülkede liseyi bitirecekseniz yabancı dil bitirme sınavında Türkçe'yi seçebilirsiniz, Arapça'yı ya da Çince'yi seçebileceğiniz gibi.

Durum böyle olunca insanlar kendilerini önce Fransız hissediyorlar ve hiç bir sorun olmuyor. Öyle sanıyorum ki amansız bir dikey bölünme yaşamakta olan Türkiye’nin “kültür zenginliği”ne nasıl ulaşılır konusunda Fransızlardan öğreneceği çok şey var.

Almanların tarihine baktığınız zaman, onların bunu başarabilmelerinin daha zor olduğunu zaten görebiliyorsunuz. Ayrıca Almanya’da iş işten çoktan geçmiş, onların yapabildiği yeni bir kültürü oluşuturmaktan çok birlikte yaşama becerisini sağlamak oldu, o da son yıllarda…

4. Ahmet ÖRE'ye de önerdim, size de önereceğim. Bu kitabı bir uygulamaya çevirsek, Paris'e gelenler cüzi bir ücret karşılığı uygulamayı indirse, sonra sokaklardan geçerken sizin sesinizden oraların hikayelerini dinlese iyi olmaz mı? Eğer aklınıza yatarsa uygulama kısmını halledecek arkadaşlar var. Fikir için telif de istemem :)

Çok kolay olacağını sanmam, çünkü bu kitabın ikinci baskısında pek çok yenilik olacak, yazmayı unuttuğum ya da yeni keşfettiğim pek çok şey ikinci baskıda yer alacak, fotograflarda da değişimler olacak. Ayrıca bu kitap fotograflardaki Dilara Kutay’ın yorumu ile, yazılanlar ile bir bütündür, yani salt Cüneyt Ayral kitabı olarak algılamamak gerekir düşüncesindeyim.

Kitaptan yola çıkarak farklı geziler düzenlemeyi ve Paris’e gelenlere böyle bir servis sunmayı düşünüyorum ve kısa zamanda da bunu hayata geçireceğim. Yani Paris’te farklı tatlara ulaşmak isteyen, yemek yemeyi sevenlere ayrı bir tur, sokak sanatını ve graffitiyi sevenlere başka bir tur, sokakları ve gizemli Paris’i keşfetmek isteyenlere başka bir gezi düzenlemeyi tasarlamaya başladım. Hele kitabı okuyup gelenler için bu tür gezilerin daha da ilginç olacağını düşünüyorum... Bakalım, göreceğiz...

Berlin, 12/08/2015

not:Yazıda kullandığım fotografları ben çektim. Dilleri temsil eden sözcükler büyük harf ile mi yazılır emin olamadım. Gecenin bu vaktinde araştırmaya üşendim. Hata varsa Ayral'a değil, bana aittir.

Yorumlar

geçen ay en çok okunan 10 yazı

Göksu Restaurant

Özellikle öğlen saatlerinde Kızılay, Sakarya civarında düzgün yemek yiyeceğiniz bir yer arıyorsanız en doğru seçim Göksu Restaurant olacaktır. Meşhur Otlangaç'ın karşısına denk düşen mekan, hızlı ve özenli servisi, lezzetli ve fahiş olmayan fiyatları ile bölge insanlarının gönlünde çoktan taht kurmuş. Öğle saatlerindeki kalabalığa karşın hızlı ve özenli servisin sırrı yeterli sayıda personel çalıştırmak olsa gerek. Yemeklerinde etsiz çeşitlerinin az oluşu dışında kusuru yok denebilir. Akşam servisini hiç denemedim, ancak akşamları Sakarya'ya gidenlere fazla hitabetmeyebilir. Afiyet olsun. GÖKSU RESTAURANT Bayındır Sokak No: 22 / A Kızılay - ANKARA tel 312 431 47 27 - 431 22 19

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe...

Yabancı dil öğrenmek üzerine: DuoLingo deneyimimim

kızımın çizgileri Ülkemizin kanayan yaralarından birisidir sanırım, yabancı dil öğrenmek. Onlarca kurs, yüzlerce kitap, saatlerce ders ve sonuç: anlayan (en azından anladığını düşünen) ve konuşamayan kişiler... Bir yerlerde bir sorun olduğu kesin, ama nerede? Farklı zamanlarda, 3 kez Fransızca kursuna gittim. İlk seferin ardından, aslında bir temel bilgim olmasına karşın, her seferinde en baştan başladım, hiç bilmiyormuşum gibi. Ne yazık ki kurslarda öğrendiklerim kalıcı olamadı. Şimdilerde, 70 gündür, her sabah DuoLingo ile çalışıyorum. Ücretsiz ve arada çıkan reklamlarla devam eden sürümünü kullanıyorum. Eminim farklı online dil kursları da vardır. Online platformda, kurslarda olmayan ne var diye düşününce bir kaç şey tespit ettim. Belki sizlerin de işine yarar diye paylaşıyorum: Yabancı dil öğrenmek, sürekli ve kesintisiz tekrar gerektiren bir süreç. Kurslar, sadece haftanın belli günleri, bir kaç saat için ve çoğunlukla, günün en yorgun olunan akşamlarında oluyor. ...

Eski Maltepe pazarı eski yerinde yakında bizlerle...

Ankaralılar bilir, kot pantolondan araba teybine, ara musluğundan kuruyemişe ne ararsan bulabildiğin hem de uygun fiyata bulabildiğin bir pazar var(dı): Maltepe camisinin üst tarafından pazartesi dışında (o gün semt pazarı kurulurdu) her gün hizmet veren seyyar paravanlarla ayrılmış küçük dükkancıkların oluşturduğu bir pazardı. Bu pazarın bulunduğu araziye bir alışveriş merkezi yapıldı. Ankara'nın en ilginç mimarisine sahip olduğunu düşündüğüm Malltepe Park, eski pazar esnafının ahını almıştı. Sopalarla dövüle dövüle pazar yerinden atılan esnafın tutan ahı, Malltepe Park'ı iflas noktasına getirdi. Market, dükkanlar derken hayalet alış veriş merkezine dönüştü Malltepe Park. Sonunda alış veriş merkezi yönetimi eski (kendi deyimleriyle tarihi) maltepe pazarını Malltepe Park'ın içine taşımaya karar vermiş.  Bugünlerde hummalı bir çalışma sürüyor Malltepe Park'ta. Dükkanlar alçıpanla küçük dükkancıklara bölünüyor. Öğrendiğime göre şimdiden 70'ten fazla pazar esnafı taş...

Yaylapınar (Sinekçiler) Köyü Nazilli tatili

Yazılacaklar birikti, bu gidişler birikmeye devam edecek. Üst üste gelince seyahatler, okunanlar, teknik gelişmeler böyle oluyor. Yavaş düzgündür, düzgün ise hızlı deyip başlayayım bir yerinden.  Geçtiğimiz haftanın 6 gecesini, Aydın'ın Nazilli ilçesinin, eski adıyla Sinekçiler, Yaylapınar köyünde geçirdik. Ne ben, ne de eşim Nazilli'li. Oralarda yaşayan akrabamız da yok. Peki nasıl oldu da bir köyde kaldık 6 gece. Pınar Kaftancıoğlu sayesinde. Kendisini büyük şehirlerde, özellikle İstanbul'da, yaşayan çocuk sahipleri tanıyacaktır. Ayşe Arman'ın söyleşisinden sonra tanıyanlar ve alış veriş yapanların sayısında ciddi artış olmuş. Siz tanımayanlardansanız İpek Hanım'ın Çiftliği'nin web sayfasına bakmanızı ve yazının geri kalanını sonra okumanızı öneririm.  Kaftancıoğlu, bana kalırsa ülkemiz için uygulanabilir bir kalkınma modeli oluşturmuş. Ülkemiz, her ne kadar son dönemlerde ihmal edilmiş olsa bile, bir tarım ülkesi. Tarıma elverişli topraklara ...

İstanbul Modern İzzet Keribar sergisi

İstanbul Modern'de 2024 Kasım ayında açılan İzzet Keribar'ın fotoğraflarından oluşan seçkiyi ziyaret etmek istiyorsanız 25 Mayıs 2025'e kadar vaktimiz var.  Farklı dönemlerde ve mekânlarda çekilen birbirinden etkileyici kareleri incelerken Keribar'ın notlarını okumayı ihmal etmeyin. İyi fotoğrafın, belki de herşeyin "iyi"si için geçerli olan, özen ve sabır gerektirdiğinin kanıtı gibiydi sergi. İstanbul Modern'in terasında martı, Galata Kulesi ve şehri yıkayan yağmuru tek karede sabitlemeye çalıştığım fotoğraf için aynı özen ve sabrı gösterdim mi bilemiyorum.

23 Nisan depreminin ardından

1999 yılında yaşanılan büyük depremin üzerinden 26 sene geçmiş. O günden bu güne her sarsıntının ardından konuşanlar ve konuşulanlar neredeyse hiç değişmiyor. İstanbul'un depreme hazır olmadığı, kentsel dönüşümün olması gerektiği kadar hızlı ilerlemediği, toplanma alanlarının yetersizliği gibi bir çok eksiklikten bahsediliyor.  1999 Marmara depreminin üzerinden 26 yıl geçti. Aradan geçen yıllarda şehirler büyüdü, nüfus arttı, teknoloji ilerledi. Ancak her sarsıntının ardından dile getirilen endişeler neredeyse hiç değişmiyor. İstanbul’un olası büyük depreme hazırlıklı olup olmadığı, kentsel dönüşümün yeterince hızlı ilerleyip ilerlemediği ve toplanma alanlarının durumu hâlâ konuşulmaya devam ediyor. Dünkü Deprem ve Kitapçıda Yaşananlar Dünkü depremi kızımla birlikte bir AVM’deki kitapçıda yaşadık. Kahvelerimizi içiyor, etrafımızda 23 Nisan sevincini yaşayan çocukları izliyorduk. Ancak bir anda her şey değişti. Sarsıntı başladığında insanlar hızla dışarı çıkmaya çalıştı. Çocukl...

Hac / Paulo Coelho

Kurguyla Gerçek Arasında Bir Yolculuk Bugüne kadar hiç Paulo Coelho kitabı okumamıştım. Siz sormadan söyleyeyim: Evet, Simyacı hâlâ okunacaklar listemde. Ama ilk adımı, Hac ile attım. İlginçtir ki bu kitap, Simyacı ’nın da yazılmasına vesile olan gerçek bir hac yolculuğunu konu alıyor. Bu yolculuk, İspanya'da "El Camino de Santiago" yani Santiago Yolu olarak bilinen yüzlerce kilometrelik bir yürüyüş rotası boyunca geçiyor. Farklı yönlerden, farklı duraklardan başlayan ama aynı amaca çıkan bu rota, hem fiziksel hem de ruhsal bir yolculuk sunuyor. Kitabın arka kapağını okuduğumda aklıma Nermin Yıldırım ’ın Ev adlı romanı geldi. Orada da kahraman, Santiago yolunu farklı bir yönde yürüyordu. Coelho’nun Hac ’ı ile bu iki kitap arasında, hem benzerlik hem de yaklaşım farkı görmek mümkün. Kurgu mu, Anı mı? Kitabı okurken en çok düşündüren şeylerden biri şu oldu: Bu yaşananlar gerçekten oldu mu, yoksa metaforların içine mi gizlendiler? Roman, yer yer o kadar ...

Boğaz'da erguvanlar

İstanbul’un baharı, erguvanların açmasıyla başlar. Boğaz’ın yamaçlarında, morun en güzel tonlarıyla süzülen bu ağaçlar, kente özgün bir hava katar. Erguvanlar, sadece doğanın değil, şehrin ruhunun da bir parçasıdır. Peki nedir bu erguvan? Erguvan ( Cercis siliquastrum ), Akdeniz iklimine özgü, ilkbaharda mor-pembe çiçekler açan bir ağaçtır. Anadolu'da yüzyıllardır bilinen bu ağaç, hem mitolojik hem de kültürel anlamda derin semboller taşır. İstanbul Boğazı çevresinde doğal olarak yetişen ender türlerden biridir. Erguvanın İstanbul’daki Yeri Erguvan, Bizans’tan Osmanlı’ya kadar pek çok dönemde İstanbul’da zarafetin ve geçiciliğin simgesi olmuştur. Rivayetlere göre Bizanslılar erguvanı imparatorlukla özdeşleştirirken, Osmanlı’da "erguvan cemiyetleri" adı verilen bahar eğlenceleri düzenlenirmiş. Osmanlı döneminde saray mensupları, Boğaz kıyılarındaki yalılarından erguvanların açmasını izler, bu manzarayı şiirlerle ölümsüzleştirirdi. Erguvan Nerelerde Görülür? ...

İstanbul Ansiklopedisi: Sessiz Çatışmaların ve Görünmeyen Yansımaların Hikâyesi

Bu yazı, Netflix ’te Nisan 2025’te yayınlanan İstanbul Ansiklopedisi  dizisi hakkında olacak. Hem bir izleyici olarak düşüncelerimi paylaşmak hem de spoiler vermeden bir bakış sunmak istiyorum. Diziler hakkında yazdığım ilk blog yazısı olacak, bu yüzden heyecanlıyım. 📚 Genel Bilgiler Sekiz bölümlük mini dizi formatında sunulan yapımın senarist ve yönetmen koltuğunda Selman Nacar oturuyor. Başrollerde ise genç oyuncu Helin Kandemir  (Zehra) ve deneyimli isim Canan Ergüder (Nesrin) yer alıyor. Zehra, üniversite eğitimi için Amasya’dan İstanbul’a gelirken; Nesrin, Fransa’da kariyerine devam etmeye hazırlanan, Zehra’nın annesinin yıllardır görüşmediği eski bir arkadaşı. İkili arasındaki etkileşim dizinin en güçlü yanlarından biri. 💭 Dikkatimi Çekenler (Spoilersız): Kimlik arayışı teması  güçlü bir şekilde hissediliyor. Zehra’nın İstanbul’a gelmeden önceki hayatıyla, büyük şehirde yaşadığı değişim arasındaki gelgitler oldukça etkileyici yansıtılmış. Nesrin’in şehir ve ülk...