Ana içeriğe atla

Cüneyt Ayral Söyleşisi volume 1

Cüneyt Ayral ismini, 2013'ün sonlarında bir yıl için Paris'e gideceğimiz kesinleşince, internetten, adında Paris geçen kitapları satın aldığımda öğrendim. Paris Notları 1 ve 2, okuyup benim de notlar çıkarttığım kitaplardı. Gidiş öncesi, elektronik ortamda tanışıp, karşılıklı e-postalar alıp/gönderdik. Paris benim hayal ettiğim gibi geçmeyince orada görüşmeyi planladığım kimseyi aramadım. Döndükten bir süre sonra, yeniden eski ben oldum. Yarım kalan işler eski bağlantılar derken, Ayral'ın üzerinde çalıştığı Benim Paris'im adlı eserinin bittiğini öğrendim. Aşağıda okuyacağınız söyleşi, henüz kitaba ulaşamamışken yapıldı. Ayral'dan söz aldım, kitabı bitirdiğimde yeni bir söyleşi yapacağız. Bu yazıdaki Paris fotografları Dilara KUTAY'a ait. Kitapta yazılana göre 1993 doğumlu genç bir sanatçı Kutay. Kitapta yer alan tüm fotograflar kendisine aitmiş. Ayral baskı kalitesinden çok tatmin olmamış olsa bile, kitabın genel havasını fotograf dilince anlatıyor her biri. Bu anlamda, zor bir şey başardığı Kutay'ın, fotograf ile yalnızlığı anlatmak.

Çok farklı bir karakter Ayral, kitaplarından tanıdığım kadarıyla. Olmadığı gibi görünmeye gayret etmiyor, neyse o. Özellikle hayatını anlattığı kitabını okusanız ne demek istediğimi anlarsınız. Sanatın her türüne düşkün birisi. Fotograf çekmiş, sanat ölçüsünde yemekle ilgili, resim ve elbette edebiyat ile müzik. Paris, bu anlamda çok şey sunuyor. 

Tüm bu sunduklarının yanında Paris'i tek kelime ile anlat deseniz bana, aklıma ilk gelen YALNIZLIK, ikincisi ise HÜZÜN olur. Ayral'ın kitabını okudukça bu yalnızlık ve hüznün sadece benim tespitim olmadığını gördüm, hem sevindim hem üzüldüm. Kendi adıma, ruh sağlığımın yerinde olduğuna kanaat getirerek sevindim. İnsanoğlunun kaçamayacağı alın yazısını görerek üzüldüm. 

Lafı fazla uzattım gene. Buyurun Cüneyt Ayral volume 1:

1. Öncelikle tebrikler. Uzunca süredir üzerinde çalıştığınız son kitabınız Benim Paris'imi en çok kimler okumalı?

Teşekkür ederim.

Kitabı herkes okumalı diye düşünüyorum, çünkü “Benim Paris’imi” anlatırken yalnızca şehri ve sokaklarını anlatmadım. 

Kitabın ilk adı “Paris Sokakları” idi, ancak editörüm Senay Haznedaroğlu kitabı okuduktan sonra, yazdıklarımın salt sokaklar olmadığını, derinlemesine bir anlatımın söz konusu olduğunu ve bunun öznel yanlarını ortaya çıkartmamız gerektiğini söyledi ve kitabın adı “Benim Paris’im” olarak değişti.

Kitapta Paris insanlarını ve buradaki yaşantıyı anlatırken “yalnızlık” meselesini de tartışıyorum.

İlginçtir, hayatta en korktuğum şey yalnızlıktır ve yalnızlığın en derinlemesine yaşanmakta olduğu Paris’te yaşamaktayım, üstelik de insanlara en çok gereksinme duyduğum bir zaman tünelinde geldim Fransa’ya, herkesin etrafımdan toz olup yok olduğu 1997'de… 

Bu ülke, bu şehir bana yalnızlığı hem öğretti hem de sevdirdi. O nedenle kitabı salt Paris ile ilgili olanlara önermem olanaksız.

Paris’i bilip, daha önce gelmiş olanların ve burada yaşamakta olanların ise ille okumalarını öneriyorum, çünkü her köşesi insanı şaşırtan bu şehre başka bir gözle de bakarsanız, hem daha çok eğlenirsiniz, hem daha çok merak eder, izleği sürmeyi sürdürürsünüz.


2. Türkiye tarihi için çok önemli sonuçları olan genç Türkler hareketinin fikir babaları Paris'ten çok etkilenmişler. Sizce onları ve onlar gibi birçoklarını etkileyen neydi?

Fransa çağdaş demokrasinin merkezi olarak kabul ediliyor. 1789 devrimi herşeyi ve herkesi etkilemiş.

Ardından İkinci Dünya Savaşı sırasındaki direnç hareketleri ve 60'lı yıllardaki öğrenci hareketleri dünyayı etkilemiş eylemlerdir.

Bu ülke lâikliğin ve özgürlüğün anıtlaştığı ülkedir ve tabii herşey bu şehirde, Paris’te başlıyor

Bugün farklı renklerdeki, farklı dinlerdeki ve çok farklı kültürlerdeki insanların birlikte yaşadıkları bir ülke Fransa, bu konuda da dünyaya olabilecek en iyi örneği veriyorlar, bu durumu kültürel zenginliklerinin nedeni olarak kabul ediyor ve koruyorlar.

Tarihsel süreç içinde Jön Türklerin buraya gelmiş ve burada örgütlenmiş olmalarına bu nedenle şaşırmamak gerekiyor.

Öte yandan, Almanya (Almanca) nasıl edebiyatın en önemli ülkelerinin başında geliyor ise, Fransa (Fransızca) da düşüncenin, insan – siyaset ilişkisinin ve aydınlanmanın en önde gelen ülkesidir.

Bütün bu dediklerimi alt alta koyup topladığımız zaman karşımıza neden sorusunun yanıtı açık olarak çıkıyor bence.

Jön Türk hareketinin Türkiye’yi derinlemesine etkilediğini yadsıyamayız, ancak bugüne baktığımızda, toplumumuzun “göçebe” özelliğinden kaynaklanan “unutma” yeteneğinin daha güçlü olduğunu ve “toplumsal hafızamızın” çok zayıfladığını / zayıflatıldığını üzülerek görüyorum.



3. 2014'un büyük bir bölümünü Paris'te çocuk bakarak geçirmiş birisiyim. Anılarınızdan hatırladığım kadarıyla siz de Fransa'ya ilk geldiğinizde iki çocuğunuzla başbaşa epey zaman geçirmiştiniz. Son dönemde nüfusun yaşlanacağından hareketle en az 3 çocuk önerisi yapılıyor. Siz Türkiye'nin yöneticisi olsanız Paris'teki hayatınızı kolaylaştıran neleri Türkiye'ye taşımak isterdiniz?

Bu gerçekten en zor sorunuz oldu.

Bir kere babalık işiyle ilk burun buruna geldiğimde, yani kızım doğduğunda, bu işi beceremeyeceğimi hemen anladım ve kendime başka bir kimlik seçtim : “ağabey – dost”.

2004 yılında Paris’e kızım ve oğlum ile geldiğimde artık bu kimliğim çoktan oturmuş onlar tarafından da kabul edilmişti. Tek sorun İstanbul’da yaşamakta olan, şimdiki eşimin kızı idi, çünkü o, o zamanlar 8 yaşındaydı ve henüz benimle ilişkileri tam oturmamıştı. Yani iki değil, üç çocukla baş etmem gerekiyordu ve bir tanesi uzaktaydı.


2004 -2008 yılları arasında Paris’in tadını çıkartacak kadar paramız vardı, o nedenle çok sıkılmadan, şehrin her türlü keyfini çıkartmayı hep birlikte becerebilmiştik.

Bugün, Paris’in sunduğu olanaklar ile Türkiye’de herhangi bir şehrin sunduğu olanakları karşılaştırmanız olanaksızdır.

Koskoca İstanbul’un opera binasının haline bakın… Ankara’da durum çok mu farklı? İzmir’de yılda kaç opera sahneye koyuluyor. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserleri ne durumdadır? İstanbul’da haftada kaç klâsik müzik konseri veriliyor? Bu listeyi istediğimiz kadar “olumsuzlukla” uzatmamız mümkündür.

Bir kere bu ülkede eğitim / öğretim bedavadır. Çocukların kitaplarından tutun, tüm masrafları devlet tarafından karşılanır ve bu hiç bir yarım yapılmadan yapılır. 

Sonra, bu ülkedeki eğitim / öğretim lâiktir. 

Lâikliği salt din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlayamayız. Lâiklik bir düşünme ve anlama biçimidir, özgür düşünceyi, bilimselliği içerir. Okulda bunu görüp öğrenen çocuklarım, eve geldiklerinde aynı biçimde bir baba ile karşılaşınca elbette rahat ettiler ve kendilerini geliştirebildiler. 

Üçüncü çocuğum için bu biraz daha gecikmeli oldu, çünkü o İstanbul’daydı ve özel okulda eğitim görüyordu. Okulu Türkiye standartlarına göre gayet iyi bir okuldu, ama çevre sorunları vardı. Önce onunla “ağabey-dost” ilişkisini kurmayı denedim. 2008 yılından itibaren daha sık görüşmeye başladığımız için bu iş daha kolaylaşmıştı, 2010 yılında o da Fransa’ya gelince meseleyi daha iyi kavradı ve çok çabuk uyum sağladı. 

Şimdi üçü de büyüdüler 30-23-21 oldular ve üçü de özgür beyinli, sanata yatkın, düşünen ve ne istediğini bilen insanlar oldular.

Bu örneklerden çıkışla 78 milyonu bulan Türkiye’deki 3 çocuk dayatmasına ve doğacak çocuklara bakabilmek adına nasıl bir önerim olabilir?

Türkiye öncelikle içine düştüğü / düşürüldüğü din sarmalından kurtarılmalıdır ve Anayasasının değişmez hükümlerinden birisi olan lâikliği iyi kavramalıdır, bunu yapamazsa eğer günden güne gerileyip, Ortadoğu’nun bataklığında yok olur gider. 

Yani eğitimin çağdaş anlayış ve bilimsel / lâik düşünce ile yeniden sağlam temellere oturtulması gerekiyor.

Eğitimin “sanayii – ticaret” olmaktan çıkartılıp devletçe desteklenmesi ancak özerk olması da iyi bir nesil yetiştirmenin temel şartları arasındadır. Fransa’da bu böyle ve bunun finansmanı silaha harcanan paradan çok daha az. 

Artık her köşe başında bir üniversite açmaktan vazgeçmeli, teknik ve işe dönük eğitime daha çok önem vermeliyiz, yoksa hızla derin bir karanlığa doğru yol aldığımızı hepimiz biliyoruz ve görüyoruz.

Çocukların “barış” ortamında yetişmeleri çok önemlidir. 

Bu hem birbirleri ile olan ilişkilerini sağlamlaştırır, hem de dünyaya bakışlarını daha sağlam temellere oturtur. 

Bugünün Türkiye’sinde 3-5 çocuk isteyenler, anlamsız savaşlarda yok ettikleri genç nüfusu geriye kazanmak için mi istiyorlar bu doğumları, yoksa yakın gelecekte ölecek yeni gençler yetiştirmek için mi? Bize bu sorunun cevabını açık ve net olarak vermek durumundadır yöneticiler, çünkü gençler ciddi bir bezginlik içinde, nedense zorunlu olan askerlik hizmetlerini “kimi öldürmek” için yapacakları düşüncesiyle rahatsızdırlar.

Fransa’da askerlik hizmeti zorunludur. Ancak, hem kadınlar, hem erkekler için eşit zorunluluk vardır ve askerlik hizmeti bir gün ile sınırlıdır. O gün askere gidenlere Fransız profesyonel ordusunun olanakları vb konular filmlerle anlatılır ve vatandaşlığın ne olduğu üzerinde durulur. Elbette vatan savunması önemlidir, bunu Fransızlar iki savaşta da yaşamışlar ve ağrı bedeller ödemişlerdir. Ancak askerlik hizmeti sırasında üzerinde durulan temel düşünce “barış”ın sürekliliğinin sağlanmasıdır.

Ayrıca bu bir günlük hizmet için bile “vicdani red” hakkı elbette vardır.

O zaman bu çocukları Türkiye’de ben yetiştireceksem neler yapardım sorusunun cevapları da aşikâr:

Çocuklarla dost ve arkadaş olunmasına yönelik aile eğitimi verirdim.
Kadın erkek ayrımından insanları uzaklaştırır, “insan” olmayı öğretmeyi dener, cinsel eğitimi mutlaka ilkokuldan başlayarak verir, ülkeyi erkekerkil bir toplum olmaktan kurtarmayı denerdim
Eğitimi devletleştirir ve parasız – özerk eğitimin önünü açardım. Bunu yapabilmek için savunma harcamalarını en aza indirir, harcamayı insan öldürmeye değil, insan yetiştirmeye aktarırdım. Eğitimde lâikliği ve bilimselliği öne çıkartırırdım. Üniversitelerin araştırmaya yönelmeleri için bütçelerine destek verirdim.

Bunları yapmayı başarabilirseniz, istediğiniz kadar çok çocuk doğurabilirsiniz, ama her doğanın bu haklardan eşit yararlanacağı bir ekonomiyi ayakta tutmak koşulu ile…



4. Son soru sorudan çok öneri niteliğinde. Paris aslında yürüyerek epey yeri dolaşılabilecek bir kent. Sizin Paris'inizi sizinle dolaşmak isteyenlere yönelik yürüyüş turları düzenleseniz, eminim ilgi gösterecek çok olur. Böyle bir planınız var mı? Çok teşekkür ederim.


Bu dediğinizi düşünmedim değil. 

Benim Paris’im başkalarını ne kadar ilgilendiriyor? Benimle gezip dolaşmak yani…

Geçenlerde İstanbullu bir galeri sahibesini, eski bir dostumu, yağmur altında gezdirdim. Paris’in sokak sanatı ve graffiti ile olan ilişkilerini gösterdim. Yağmura rağmen bana tahammül etti ve ayrılırken memnun olduğunu söyledi. Bu sevindiriciydi. Ancak herkes böyle davranır mı?

Türkiye’deki tur operatörlerine bu işle ilgili yazmayı düşündüm. 

Yani Paris – gurme, Fransa – Provance, Paris – sanat turları yapabilirim. Sonra yazmaktan vazgeçtim, çünkü henüz kitabımı alıp Paris’e gezmeye getirdiklerine armağan bile etmiyorlar, ben turizmci olsam, böyle bir kitabı hemen armağan ederdim yolcularıma. 

Şimdi bu durumda benim isteyeceğim parayı turizm şirketleri ödemezler, aslında yüksek bir para olmasa da, onların işine gelmez. 

Sonra benim yapacağım turlar daha çok yemek ve sokak gezmek, sanata bakmak içindir, bugün ise Türkçe bilgi veren tek broşürü Paris’te Printems ve Galerie Lafayette gibi büyük mağazalar veriyorlar, hiç bir müzede Türkçe broşür yok, demek ki talep yok.

Bir de tabii kitabın bilinirliği ve dağıtımı sorunu var. 

Bugün D&R gibi Türkiye’nin hava alanlarındaki “tekel” kitapçılarda Benim Paris’imi bulabilmeniz olanaksız. (Bu bilgiyi bizzat sınadım ve ne yazık ki doğru) Şehirlerdeki kitapçılarda da genellikle bulunmuyor (bu da sınandı ve gene ne yazık ki bu da doğru), ancak sipariş veriyorsanız getirtiyorlar ya da internetteki kitapçılardan ediniyorsunuz. 

Kısaca söylemek gerekirse, eğer sosyal medya olmasaydı kitabı duyurmak hemen hemen olanaksızlaşacaktı.

Planım var, ama uygulamaya geçecek ortamı bulamıyorum, sorun orada…

Ben teşekkür ederim sorularınız için

01/08/2015 Paris

Yorumlar

Son haftanın en çok okunan 10 yazısı

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe

Yaylapınar (Sinekçiler) Köyü Nazilli tatili

Yazılacaklar birikti, bu gidişler birikmeye devam edecek. Üst üste gelince seyahatler, okunanlar, teknik gelişmeler böyle oluyor. Yavaş düzgündür, düzgün ise hızlı deyip başlayayım bir yerinden.  Geçtiğimiz haftanın 6 gecesini, Aydın'ın Nazilli ilçesinin, eski adıyla Sinekçiler, Yaylapınar köyünde geçirdik. Ne ben, ne de eşim Nazilli'li. Oralarda yaşayan akrabamız da yok. Peki nasıl oldu da bir köyde kaldık 6 gece. Pınar Kaftancıoğlu sayesinde. Kendisini büyük şehirlerde, özellikle İstanbul'da, yaşayan çocuk sahipleri tanıyacaktır. Ayşe Arman'ın söyleşisinden sonra tanıyanlar ve alış veriş yapanların sayısında ciddi artış olmuş. Siz tanımayanlardansanız İpek Hanım'ın Çiftliği'nin web sayfasına bakmanızı ve yazının geri kalanını sonra okumanızı öneririm.  Kaftancıoğlu, bana kalırsa ülkemiz için uygulanabilir bir kalkınma modeli oluşturmuş. Ülkemiz, her ne kadar son dönemlerde ihmal edilmiş olsa bile, bir tarım ülkesi. Tarıma elverişli topraklara

Kocadağ At Çiftliği Kocadağ Köyü / Havran

Deniz, kum, güneş tatilinden sıkıldıysanız ve Edremit körfezi civarındaysanız size süper bir alternatif: At binmek. Edremit'ten Balıkesir'e giden yol üzerindeki şirin ilçe Havran'ın Kocadağ köyünde bu mekan. Henüz dört yaşında olan iki(z) kızlarımız çok keyif aldılar at binmekten. Altınızda sizden epey güçlü b ir hayvan varken dengede durmaya çalışmak, yorucu bir o kadar da keyifli bir uğraş. Eğer hayatınızda at binmeyi hiç denemediyseniz, emin olun deneyince siz de kabul edeceksiniz, çok şey kaçırmışsınız demektir.    Kocadağ At Çitfliği'nde at binmenin yanı sıra lezzetli mutfağını da deneyebilirsiniz. Mantı, haşlama içli köfte, ızgara köfte ve elbette demleme çay. Fiyatlar derseniz bu konuda ucuz / pahalı yorumu yapmak istemiyorum. Bunun yerine bir kaç seçtiğim ürünün fiyat bilgisini paylaşacağım. Ancak, öncelikle sipariş edeceğiniz yiyeceklerin hepsinin büyük bir özenle hazırlanıp, aynı özenle servis edildiğini belirteyim. Biz mantı, içli köfte, ızgara hellim ve

Göksu Restaurant

Özellikle öğlen saatlerinde Kızılay, Sakarya civarında düzgün yemek yiyeceğiniz bir yer arıyorsanız en doğru seçim Göksu Restaurant olacaktır. Meşhur Otlangaç'ın karşısına denk düşen mekan, hızlı ve özenli servisi, lezzetli ve fahiş olmayan fiyatları ile bölge insanlarının gönlünde çoktan taht kurmuş. Öğle saatlerindeki kalabalığa karşın hızlı ve özenli servisin sırrı yeterli sayıda personel çalıştırmak olsa gerek. Yemeklerinde etsiz çeşitlerinin az oluşu dışında kusuru yok denebilir. Akşam servisini hiç denemedim, ancak akşamları Sakarya'ya gidenlere fazla hitabetmeyebilir. Afiyet olsun. GÖKSU RESTAURANT Bayındır Sokak No: 22 / A Kızılay - ANKARA tel 312 431 47 27 - 431 22 19

Sokakbaşı Meyhane, nam-ı diğer Hüseyin'in Meyhanesi

Uzunca bir süredir izlediğim tek televizyon yayını Behzat Ç.'nin Hüseyin'in Meyhanesi mekanı olarak kullandığı Sokakbaşı Meyhanesi'ne sonununda gittim. Hatta yanda gördüğünüz üzere Behzat'ın masasında fotografım da var. Mekan, aslında Behzat Ç. öncesinde de bölgede bilinen sevilen yerlerdendi. Esat dörtyolda, köşebaşında yer alan burayı Behzat Ç.'de mekan olarak kullanmak, muhtemelen Erdal Beşikçioğlu'nun zamanında Sokakbaşı'nın çaprazında bir yer işletmesinden kaynaklanıyordur.  Sokakbaşı'na diziden aşinayız. Havalar iyi olduğunda açık havada büyükçe bir yerleri var. İçerisi de küçük sayılmaz. Mezeler lezzetli, fiyatlar pek ucuz sayılmaz. Dizinin etkisi fiyatlara yansımış görünüyor. Behzat'ın masası rezervasyonlu oluyormuş genelde. Yurt içi ve hatta dışından rezervasyon yapılıyormuş. Mekanın garsonları, kim bölümlerde rol almış. Duvarlarda gazete küpürleri ve diziden görüntülerin yer aldığı fotograflar var.  Yakında final yapacak olan Behzat

Pazr günü eğlencesi: Eymir gölü etrafında bisiklet sürmek

Sadece ODTÜ öğrenci ve çalışanlarının bir de göl kartı sahiplerinin girebildiği düşünülür Eymir gölüne. Oysa, eskiden olduğu gibi bugün de arabasız girdiğiniz sürece, kimse kimlik sormaz kapısında. Birisi TRT'nin Oran yerleşkesinin yanından inen yolun sonunda, diğeri Gölbaşı'ndaki TEİAŞ tesislerini geçince olmak üzere iki kapısı bulunur bu küçük göl ve çevresinin. ODTÜ arazisidir ve içerisinde piknik yapmak yasaktır. Son düzenlemeler sonrası üniversite arazisi olduğu için içeride alkol satışı yasaklanmıştır. Yakın zamanda üniversite yönetiminin aldığı bir karar ile Eymir gölü çevresine haftasonları araç girişi tamamen yasaklandı. Her iki kapının yakınında, ODTÜ'de görev yapan güvenliklerin kontrol ettiği park alanları oluşturuldu. Ücretsiz olan bu alanlara aracınızı bırakıp yürüyerek göl çevresine girebiliyorsunuz. İçeride her 10 - 15 dakikada bir hareket eden ring servisleri bekliyor. Lokantaların olduğu yerlerde durakları var. Dönüş için de aynı araçları kullanabili

İkiz bebekle tatile çıkacaklara öneriler

Blog sayfamdaki yazıları belli kategorilere göre ayırıp etiketliyorum. Yazacaklarımın etiketlenebilecek şeyler olmasına özen gösteriyorum. Kısacası her aklıma geleni bloga yazmıyorum. Bugün canım sıkıldı, bari canımın sıkıldığını tüm dünya duysun demiyorum. Biraz bu nedenle, biraz yazarın anonimliğini korumasını sağlama kaygısıyla özel hayatıma ilişkin paylaşımları sınırlı tuttum bu güne kadar. Bu yazı yukarıda anlattıklarımla çelişse bile tatile çıkmadan önce yaptığım internet aramalarında işe yarar çok az bilgi bulabildiğim için ikiz bebek sahiplerine deneyimlerimi aktarayım istedim. Bu yazı ile birlikte yeni bir etiket bloga merhaba diyor: İkiz büyütmek. Bu etiket altında, çok sık olmamakla birlikte, ikiz büyütürken yaşadıklarımı paylaşacağım.

Kitap etiketli 100. yazı: Leyla AÇBA, Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları / Harun Açba

Baştan itiraf edeyim. Her ne kadar blog sayfama reklam falan almamış olsam bile okunma sayısını takip ediyorum. Okunmak, yorumlanmak, takip edilmek sanırım tüm blog yazarlarını mutlu ediyor. Güncel haberlere ilişkin blogumda bir şeyler yer alıyorsa o dönemde okunma sayısında ciddi artışlar oluyor. Göksu Restaurant gibi Ankara'nın beğenilen mekanlarından birisine ilişkin ilk sayılabilecek yazılardan birisini yazmış olmam blog sayfama ulaşılma nedenlerinin başında yer alıyor. Bu gerçekten hareketle bugünlerde gündemde olan bir konu hakkında zamanında alıp kütüphanede unuttuğum bir kitap, pazar akşamı keyfi oldu. Leyla Açba, son Osmanlı padişahı Sultan Vahideddin'in ilk eşi olan Emine Nazikeda Kadınefendi'nin 5. nedimesi olarak 1919-1924 yılları arasında saray görevinde bulunmuş bir Çerkes prensesiymiş. Sarayda yaşadıklarına ilişkin hatıralarını kaleme alan ender kişilerden birisiymiş. Leyla Saz, Safiye Ünüvar ve Prenses Ayşe Osmanoğlu dışında hatıralarını kaleme alan yok

Çobanoğlu Restaurant / Eymir Gölü - ANKARA

Senelerdir gidip geldiğim ve her seferinde huzur bulduğum Eymir Gölü ile ilgili ayrıntılı rehber hazırlama işine giriştiğimde, göl kıyısında yer alan mekânları ayrıca tanıtmam gerektiğini fark ettim.  Göl çevresinde araç trafiği tek yönlü olunca, Çobanoğlu'na araç ile ulaşmak epey sürüyor. Gölbaşı tarafındaki kapıyı kullanarak göl kıyısına girdiyseniz, göl çevresindeki turunuzun şık bölümünün son tesisi Çobanoğlu. Adını, geniş bahçesindeki Çobanoğlu çeşmesinden alan bu tesis, kahvaltı, gözleme, ızgara çeşitleri ve sıcak-soğuk mezeleri ile sağlam bir mutfağa sahip.  Eymir gölü, genişçe akan ve kıvrımlarla ilerleyen bir nehre benziyor, haritadan baktığınızda. Bu yüzden, Çobanoğlu'nda otururken küçük bir göl görüyorsunuz. Göl kıyısındaki diğer tesisler ise Çobanoğlu'ndan görünmüyor.  İster bahçesinde oturun, ister soba ile ısıtılan içerisinde çok keyif alacağınızı düşünüyorum Çobanoğlu'nda. TRT tarafındaki kapıdan, yürüyerek ya da bisiklet ile, trafiğin tersi yön

Mangal

Bir keebapçı düşünün. Siparişinizi verdikten sonra size sormadan küçük atışmalıklar getirsin sıcacık balon lavaş ile birlikte. Siz yavaş yavaş onlarla açlığınızı bastırıken siparişiniz en leziz haliyle hazırlansın. Keyifli yemeğinizin ardından şöye demli çay olsa diye düşünürken semaverinizi getirip 2-3 dakika kadar bekleyip içebilirsiniz desin. Siz şaşkınlıkla etrafınıza bakıp çayınızı yudumlarken bir yandan da şimdi bunlar kuver müver diye hesaba eklenecektir zaten, bedava ne var ki dünyada endişesini taşıyıp gene de hesap deseniz ve gelen hesapta siparişini vermediğiniz hiç bir şey olmasa....Ne semaver, ne gelen atıştırmalıklar ne küver. İşte böyle bir yer var artık. Mangal . Hem de 24 saat açık. Nerede mi? Bestekar sokak No:78 Kavaklıdere Ankara adresinde. Orası neresi diyenler için hatırlatayım. Bestekar sokak (hani Tunalı Hilmi caddesi ile Tunus Caddesi arasında kalan yeni bir sürü barın açıldığı sokak) üzerindeki Kebap 49'u veya Şençam Köftecisi'ni bilirsiniz. Onların